Anadolu, baştan sona, bir yeraltı tünelleri, galeriler ve yeraltı kentler sistemi ile doludur. Bunlar, geçmişteki uygarlıklar için çeşitli amaçlarla kullanılmış oldukları gibi, özellikle de Agarta’ya da hizmet etmiştir. Ülkemizde de, gizem araştırmacılığına değer verilmeye başlandığında, nice nice kadim gizemler birer birer ortaya çıkarılacaktır.
Aşağı yukarı, Nevşehir iline tekabül eden gizemi ve büyüleyici Kapadokya bölgesi, Peri Bacaları adı verilen yüzey şekilleri ile ünlüdür. Deniz seviyesinden 1200m. Yükseklikteki Kapadokya Platosu, bacaya benzeyen ve tüm araziye dünya dışı bir görünüm veren, koni biçimindeki formasyonlarla kaplıdır. Nevşehir’in doğusunda yer alan ve artık faal olmayan volkanik Erciyes Dağının ardı ardına patlamaları sonucunda bu plato, volkanik sünger taşıyla kaplanmıştır. Bu yumuşak ve gözenekli kaya, yoğun bir erozyonla, yükselen doğal koniler, kuleler ve aralarındaki vadilerden oluşan, ürkütücü ve gerçek ötesi bir araziye dönüşmüştür. Kapadokya’nın ilk sakinleri, yumuşak kayayı oyarak evler ve mabetler haline sokmuşlardır.
1960ların ortalarında bir gün, Nevşehir’in 30 km. kadar güneyinde yer alan Derinkuyu da, sahibinden kaçan bir tavuğun yerdeki bir deliğe girerek kaybolduğu görülmüştür. Görünüşte hiçte önemli olmayan bu olay, bir dizi gelişmeye yol açtı ve en sonunda, orada muazzam bir yeraltı kentinin açığa çıkarılmasıyla noktalandı. Ankara’dan gelen arkeologlar bu sansasyonel bulguda cesaret alarak araştırmalarının kapsamını genişlettiler ve kısa bir süre sonra, Derinkuyu’nun 10 km.ye kadar kuzeyindeki Kaymaklının altında birincisine benzeyen bir diğer yer altı yerleşim merkezi keşfettiler. Derinkuyu ile Kaymaklıdaki kazıların, ekonomik güçlükler ve diğer bazı sorunlardan ötürü yavaş ilerlemiş, olmalarına rağmen, Kapadokya’nın bu yeraltı kentleriyle ilgili olarak bugüne kadar çok şey gün ışığına çıkmıştır.
Derinkuyu yeraltı kenti, 7 ana kat ve 6 ara kat olmak üzere, toplam 13 kattan oluşmaktadır. Tabi burada belirtilen hususların şimdiye kadar ortaya konulan donelere dayandığını ve yeni kazılar yapıldıkça verilen rakamlar ile boyutların şimdiki değerlerini aşabileceklerini göz önünde bulundurmak gerekir. Derinkuyu yeraltı odalarının farklı seviyeleri birbirleriyle dik basamaklar ve dar dehlizler vasıtasıyla bağlanmışlardır. Girişlerde değirmen taşı büyüklüğünde, dairesel masif taşlar bulunmuştur:
Sürme kapılar şeklinde çalışan bu yuvarlak taşlar, içerden kolaylıkla yerlerine sürülebilecek ve sürgülenebilecek, fakat dışarıdan gelebilecek herhangi bir sızma hareketine de geçit vermeyecek şekilde yapılmışlardır.
Burada sağlanan barınma imkânları arasında, iki ya da üç odalı olan ve sıra evler gibi yan yana duran aile yaşam üniteleri, sütunlu toplantı holleri, ambarlar, büyük mutfaklar, dinlenme alanları, pazaryerleri ve bir şarap mahzeni de bulunur. Ayrıca, alt katlarda, mezarlar ve kaçış dehlizleri de vardır. Bu ileri seviyeden yerleşim mahalli, yaklaşık 30 bin kişiyi rahatlıkla barındırabilecek kapasitedeydi. Yerin altında uzanan bu kentin yaratıcılarının maharetini gözler önüne süren iki tertibatta havalandırma ve su sağlama sistemleridir. Elliden fazla havalandırma bacası vasıtasıyla, tüm kentte temiz hava dolaşımı sağlanmaktadır. Bunlardan bazıları, 100m. den daha uzundur. Tatlı suya gelince, yedinci kattan 50m.lik bir derinliğe kadar inen bir kuyu vardır; su, bu kuyudan, bir çıkrık sistemi ile yukarı katlara basılarak transfer edilmektedir.
Kaymaklıdaki yeraltı barınak yeri, Derinkuyu’dakine benzer. Kazılar bu güne kadar, Kaymaklı yer altı kentinin 20 bin kişiye hizmet ettiğini ve 60 m. Derinliğe kadar inen 10 kattan oluştuğunu ortaya koymuştur. Kaymaklının altındaki site tünellerden oluşmuş bir labirent ile çok uzun kaçış dehlizlerine de sahiptir. Bu ana dehlizlerden çıkan kollar ya dik yamaçlara ya da vadilere açılırlar, başka türlü ulaşılmasına imkân olmayan yerlerdir. Yer altı kentinin kendisi, Kapadokya’nın altında 30 km. kadar uzanan iki ayrı ana tünelin kavşak noktasında yer alır. Bu tünellerden biri, Kaymaklıyı Derinkuyu’ya ve öteki de kuzeye doğru ilerleyerek Kapadokya’nın merkezinde yer alan Göremeye bağlar.
Derinkuyu ve Kaymaklı sitelerinin sansasyonel keşiflerinin ardından, Türk arkeologları, Kapadokya’da 10 yer altı kentini daha ortaya çıkarmışlardır. Aslında yetkililerin bu yer altı yerleşim merkezlerinin toplam adedi hakkında şimdilik öne sürdükleri tahmini rakam, 36’yı bulmuştur.
Nevşehir’in 30 km. kadar kuzeydoğusunda yer alan Özkonak da, altında, 9 kilometre karelik bir alanı kaplayan bir kenti barındırmaktadır. Bu devasa yeraltı sitesinden 60 bin kişinin yaşamış olduğu sanılmaktadır. Henüz belirli bir kısmından öteye girilebilmiş değildir.
Hepsi de Nevşehir ile Derinkuyu – Kaymaklı bölgesi arasında yer alan Karacaören, Çardak ve Acıgöl’deki yerleşim merkezlerinde hâlihazırda kazılar yürütülmektedir. Gülşehir’in yaklaşık 7 km. Güneybatısında bulunan bir diğer yer altı kentine de, tünellerinden çıkan zehirli gazlarından ötürü girilememektedir.
Yakın zamanlarda, Nevşehir’in batısındaki Tatlarin kasabasının Kale ve Karakaya yörelerinde iki yeraltı kenti daha bulunmuştur. Kale yeraltı sitesinde geniş bir hole açılan 20 m uzunluğunda bir dehliz vardır. Bu merkezi holden itibaren kent, dört bir yana doğru açılmaktadır. Bu ketin ilginç bir özelliği de, Derinkuyu ve Kaymaklıda bulunmayan tuvaletlere burada rastlanmış olmasıdır. Karakaya’daki yeraltı sitesine ise girmek mümkün olmamaktadır. Giriş tünellerinin tıkanmış olmasından ötürü,100 m den ötesine nüfuz edilememektedir.
Üç yer altı kentinin daha yerleri tespit edilmiş olmasına rağmen, henüz buralarda kazı yapılmamıştır. Bu kentler, Mazı, Sığırlı ve Karaköy ün altında uzanmaktadır.
Arkeologlar, Kapadokya’daki tüm yeraltı kentlerinin, kilometrelerce uzanan dehlizlerle ve tünellerle irtibatlandırılmış olan devasa bir yeraltı şebekesinin düğüm noktalarından ibaret olduğunu belirtmektedir. Acaba bu kentleri, yerin altında kimler oymuşlardır?
Bazı arkeologlara göre, bu yeraltı sistemlerini Hititler, diğerlerine göre de ilk Hıristiyanlar mı açmışlardı. Derinkuyu’da Kaymaklıda ve bu tür diğer yerlerde bulunan komple sistemlerin yaratılması için son derece yüksek seviyede bir teknolojinin gerektiği göz önüne alınınca bu görüşlerin her ikisi de çürütülmüş olmaktadır. Bu günün teknolojisiyle dahi altından zor kalkılabilecek olan bu işi, ne Hititlerin ne de ilk Hıristiyanların başarmış olması imkânsızdır. Kapadokya’ya yerleşen Hıristiyanlar bu yeraltı kentlerini kullanmış olabilirlerdi. Fakat bu, Kapadokya yeraltı tesislerinin orijinal mimar ve mühendislerinin onlar olduğu anlamına gelmez. Yeraltı odaları, bunları şu ya da bu şekilde keşfetmiş olan Hıristiyan topluluklarının mezalimden kaçmak için saklandıkları yerler olarak işe yaramış olabilirler. Ancak, Erich Von Daniken, ‘Kanıtlara Göre’ adlı kitabından bu yeraltı sitelerinin, yapılışındaki orijinal amaç olarak ele alındığında bu ‘saklanma yeri’ Teorisini nasıl çürüdüğünü, oldukça ikna edici bir şekilde ortaya koymaktadır:
“…uzun bir zaman boyunca meskûn ola bu yeraltı tesislerinin vaktiyle1.200 bin kişiyi barındırmakta olduğu sanılmaktadır. Bu kadar kalabalık bir toplum, beslenme ihtiyacını acaba nasıl karşılayabilmişti?
Arkeologlar, bu yeraltı kentlerinin, zulüm görmekten çekinen Hıristiyanlar tarafından, İ.S.İlk yüzyıllar sırasında oyulduğunu düşünmektedirler. Fakat bu açıklama, bana pek inandırıcı görünmüyor. Zorunlu olarak toprak üstünde tarım ve hayvancılık yapmaları gereken, bu yeraltı sakinlerinin beslenmeleri için işlenen tarlalar, yerin altında olamazdı. Çünkü bitkilerin büyümesini sağlayacak olan ışık, yeraltında mevcut değildir. Tarla ve otlakların toprak üstünden olduğunu düşünürsek, bu durumda da, ekilmiş tarlaları ve sürüleri kendilerini ele verecek; düşman, yer altı barınaklarının mevcudiyetini sezecekti. Neticede, bu yer altı kentlerine saklanma söz konusu olduğunda, açlık, yeraltı sakinlerini eninde sonunda dışarı çıkartacağından, düşman için, kentlerin, çıkış yerlerine kamp kurarak onların dışarıya çıkmaklarını ya da açlıktan ölmelerini beklemek yetecek, dövüşmeye bile gerek görülmeyecekti.
“Öte yandan, böylesine geniş yeraltı kentlerinin oyulması, toprak üstünde çıkarılan taş, topraktan oluşan dağ gibi yığınların ortaya çıkmasına yol açacaktı ki, bu yığınlarda gene düşmanın dikkatini çekecekti. Bu yeraltı sistemlerinde yaşayanlar herkim olursa olsun, şurası muhakkak ki, bu kentler ani bir mecburiyet karşısından alelacele kazılmış olamazlardı. Çünkü bunların yapım projelerinin etüdü ve gerçekleştirilmesi, onlarca, beklide yüzlerce yıl sürecek bir çalışmayı gerektiriyordu.”
Daniken, eğer Kaymaklı kasabası halkıyla, konuşabilme imkânını bulmuş olsaydı, onların, Kaymaklı yeraltı kentinin kurucularına ilişkin olarak anlatacakları şeyler, herhalde kent halkına çok ilginç gelecekti.
1978 yılında Cumhuriyet gazetesinde Melih Cevdet Anday’ın Kapadokya bölgesiyle ilgili olan ve bir hafta süreyle yayınlanan bir yazı dizisi çıkmıştı’ Kapadokya Yolculuğu’ başlıklı bu dizinin dördüncü yazısında, Anday Derinkuyu ve Kaymaklıdaki yeraltı kentlerini tanımlıyor ve en sonunda da Kaymaklı halkı arasında yaygın olan söz konusu inanca değiniyordu: “Konu gerçekten çok düşündürücüdür. Bu yüzden olacak kasabada yeraltı kentinin yıldızlardan gelen bir takım, yaratıkların yaptıkları söylentisi yaygın duruma gelmiştir. Acaba arada bir gene gökyüzünden inip bize görünmeden Kaymaklı yeraltı kentine giriyor mu bu yaratıklar? Fakat neden orayı seçtiler?”
Eğer yer altı kentleri ve tünelleri konusunda, kapsamlı bir araştırma yapmayı göze alırsak, bu soruların cevapları da bulunabilir. Böyle bir araştırma, dünyanın her yanında, yeraltı geçitleriyle odalarından, oluşan komple bir şebekenin mevcut olduğunu ortaya koyacaktır. Bir çok kadim ezoterik tradisyonun, özellikle de Doğuya ait olanların, ve günümüzün güvenilir okültistlerinin belirttiklerine göre bu yer altı tesislerinde, beşeri ırkın üstatları yaşamaktadır. Bütün bu yeraltı koridorlarının Himalayaların civarında yerleşik olan ve evrim yolundaki Üstatların Merkezi Yönetici Hiyerarşisinin ikamet ettiği ve beşeri evrimin ilerletilmesi için bu fizik plan üzerinde faaliyet gösterdikleri bir ana tünel sistemiyle irtibatlı olduğu söylenmektedir. Bu Yeraltı Işık Devletine Agarta denilmektedir.
“Agarta Himalayaların altında yer aldığı belirtilen ve Büyük İnisiyatörler ile Dünyanın Efendilerinin bu çağda içinde yaşadıkları gizemli bir Yeraltı krallığıdır. Agarta’nın bir İnisiyasyon Merkezi olup Piramitlerinkine benzer bir prensip üzerine işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Himalayalar dışsal abideyi teşkil ederken yer altı mekânını da dünyasal ve kozmik kirlenmeden uzak tutulan bir Krallık oluşturur”
Agarta Ülkesi, Yüce İnisiyasyonlar ve Vazifeler Merkezi olmasının yanı sıra, aynı zamanda, milyonlarca kitabın korunduğu, binlerce kilometre uzunluğundaki bir kozmik Kütüphane ile eğitim tesislerini kapsayan bir Kozmik Üniversitedir de. Bu kitaplar, kitabın önsözünü yazanın gördüğü gibi, çok ileri seviyeden bir holografi, yani üç boyutlu fotoğrafçılık tekniği ile basılmışlardır.
“Tüm büyük ve varlıklı Lamaserilerde, Gonpa ve Ihak Hang’ın dağlarda yerleştikleri yerlerde kayalara oyulmuş yer altı odaları ve mağara kütüphaneleri vardır. Batı Tsaydamın ötesinde, Kuen-lerin ıssız geçitlerinde bu türden bir takım gizlenme mahalleri yer alır. Topraklarına şimdiye kadar hiçbir Avrupalının ayak basmadığı, Altındağ, dağ sırası üzerinde derin bir çukurun içinde kaybolmuş bir köy vardır. Burası ufak bir veler küresi, bir manastırdan ziyade bir köy olup, içerisinden fakir görünüşlü bir mabet ve burayı gözetlemek için yakınında yaşayan ihtiyar bir lama bir keşiş bulunur. Hacıların söylediklerine göre, bu mabedin altındaki yeraltı galerileriyle, hollerinde ihtiva olunan kitapların adedi, verilen rakamlara göre, British Museum’da dahi barınamayacak kadar çoktur.
Aynı tradisyona göre, kurak Tamin topraklarını, Türkistan ortasında adeta bir sahra olan artık terk edilmiş bölgeleri, eski günlerde, gelişen ve varlıklı kentlerle kaplıydı. Şimdi ise buranın ürkünç ıssızlığını giderecek birkaç yeşil vahadan başka bir şey yoktur. Böyle bir vahada, çölün kumlu toprağı altında gömülü olan büyük bir kentin mezarını halı gibi örmekte ve hiç kimseye ait olmayıp, sık sık Moğollar ve Budistler tarafından ziyaret edilmektedir. Tradisyonlar ayrıca, kiremitler ve silindirlerle dolu olan geniş koridorların bulunduğu devasa yer altı ikametgâhlarından bahseder. Dünyanın iç kısımlarının derinliklerinde inşa edilmiş olan, yer altı depoları, emniyettedir ve bunların girişleri bu tür vahalarda gizlendiğinden herhangi birinin bunları keşfetmesinden korkulmaz…
Söylediklerimizi özetleyelim. Gizli doktrin, kadim ve tarih öncesi dünyanın, dünyanın her yanına yayılmış olan diniydi. Bu dinin yayılışına ilişkin kanıtlar, tarihe ait gerçek kayıtlar, her ülkedeki özelliğini ve mevcudiyetini gösteren komple bir dokümanlar dizisi ve bunlarla birlikte bütün büyük velilerinin öğretisi, Okült kardeşliğe ait gizli yer altı kütüphanelerinde, günümüze kadar mevcut olagelmişlerdir.
Agartayı kuran ve Agarta hiyerarşisinin Yüksek Konseyini oluşturan Yüce Varlıkların yıldızlardan geldikleri söylenir: “ Tibet, azametli Himalayalar’daki bu mistik ülke, Dünyanın Psişik Merkezi olarak saygı görürdü. Üstatlar, gözden uzak manastırlarından diğer gezegenlerdeki Kozmik Efendiler ile telepatik görüşmeler yaparlardı, Metafizik Âlemlerde İyilik ve Kötülük Güçleri. Beşeriyetin ruhu için çarpışırlardı. Hint-Tibet tradisyonları, yerin çok aşağılarında saklı olan ve bütün kıtalarda bulunan gizli girişlerden tünellerle yaklaşılan Agartadan söz ederler.
Yıldızlardan gelen Uzaylı Varlıklar tarafından kurulan bu yeraltı medeniyetinin tarihi anlaşıldığına göre, dünyamızın ilk günlerine kadar uzanmaktadır. Burası, Uranüs’ün oğullarıyla Satürn arasında çıktığı sayılan Uzay Savaşından sonra Elohim ya da Sikloplar için bir yer altı sığınağı teşkil etmiş olabileceği gibi, muhtemelen bir zamanlar gezegenimizi tehdit etmiş olan, kozmik bir afetten kaçmak içinde kullanılmış olabilir.
Mu. ve Atlantis’ten uzaklaşan göçmenlerin yer altına kaçtıkları söylenir. Dünyanın her yanındaki Mistik Kardeşlikler, yerin kilometrelerce altında bulunan psişik bir uygarlık ile Tibet’teki üstatlar arasında bir bağlantı bulunduğunu ileri sürerler. İçi Boş Dünya Teorisinin taraftarları, uçan dairelerin aslında, yeryüzündeki ülkeleri gözlemek üzere Kutuplardaki deliklerden geçerek Dünyamızın içinden çıktılarını iddia ederler. Ezoterik öğretiler, Agarta’nın Hâkimini, dünyanın Kralı rütbesiyle anarlar. Yardımcıları durumundaki iki rahip- kral ile birlikte, insanlığın geleceğini planladığı söylenir. Sembolü, Hitler tarafından çarpıtılarak kullanılmış olan Gamalı Haçtır.”
Yukarıdaki ezoterik enformasyon ve Anday’ın aktardığı Kapadokya tradisyonu dünya çapındaki yer altı kentler şebekesinin ve bunları irtibatlandıran geçitlerin gerçek yaratıcıları hakkında bize bir fikir verebilir. Kapadokya’daki yeraltı kentleri ile bunların arasında uzanan tünellerin keşfi bu tür bilginin ışığı altında oldukça anlam kazanmaktadır. Ve Kapadokya yeraltı tesislerinin mevcudiyetini diğer bazı hususlarla birlikte değerlendirdiğimiz takdirde, Anadolu’yla Himalayaların altındaki Agarta İlahi Merkezi arasındaki gizemli bir ilişkiye işaret eden şaşırtıcı bir görüntü ortaya çıkabilir. Söz konusu hususlardan biri de Anadolu’nun, birçok mağaranın bulunduğu bir kara parçası olmasıdır. Anadolu’daki mağaraların toplam adedinin, 40 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ve Anadolu halkı arasında bu mağaralarla ilgili birçok ilginç tradisyon dolaşmaktadır. Bu tradisyonları, üç ana grupta toplayabiliriz:
* Bir grup tradisyon mağaralardan çıkan tuhaf kişilerden yaratıklardan bahseder;
* Bir diğeri, mağara girişlerinin herhangi bir davetsiz misafirin girişini kesinlikle engelleyen gizemli beklide manyetik mahiyetteki güçler tarafından korunduğunu anlatır;
* Üçüncü grup ise, Anadolu Evliyalarıyla, Ermişleriyle ilgilidir. Bu tradisyonlara göre Ermişler günün birinde bu dünyayı terk etmek istediklerinde Mağaralardan birinin içine girip sırrolurlar.
Ayrıca, bazı peygamberler ile mitolojik kişilerin hayatlarında önemli bir yer tutan Mağaralardan bahsedilir. Urfa.’nın güneyinde, Hz. Eyüb’e ait olduğu söylenen ve Hz. İbrahim’in doğduğu ve emzirildiği ileri sürülen iki ayrı mağara vardır. Mitolojide de, örneğin, ünlü Erythreia (ıldır) kahinesi, Ege Kıyılarındaki Kıranda ya da Klasik Çağdaki adıyla Koryekos Dağındaki bir mağarada doğmuştur. Bundan başka kutsal olarak kabul edilen çeşitli yerlerde de mağaralara rastlanır: Cudi Dağındaki 1000 kişiyi alabilecek genişlikteki mağara gibi. Kutsal yerlerdeki mağaraların, çoğunlukla halk arasında ziyaret yerleri olarak benimsendiği görülmektedir.
Benzerlerine dünyanın başka yerlerinde de rastlanan bu tür tradisyonların hepsi de, Agarta’nın yer altı koridorlar şebekesine Anadolu’dan girişler olduğunu güçlü bir şekilde ima etmektedir. Anadolu’nun bu durumunu teyit eden daha başka işaretlere, Klasik Yunan-Roma Mitolojisinin çeşitli yerlerinde de rastlamaktayız.
Örneğin Homeros’un İlyada adlı eserinin 13. bölümünün başlarında, Bozca Ada (Tenedos) ile Gökçe Ada (Imbros) arasında, denizin dibinde, Dünya Sarcısı sıfatıyla anılan Poseido’nun atlarını bıraktığı geniş bir mağaranın bulunduğunu okuyoruz. Bozca Ada ile Gökçe Ada, tarihi Troya kenti açıklarında yer alırlar ve İlyada’da geçen böyle bir ifadenin ne kadar anlamlı olabileceğini az sonra göreceğiz.
Rodoslu Apollonius’un Argonautica adlı eserinde, Anadolu’nun kuzeybatı kıyısında, Acherusias Burnunda ya da bugün ki adıyla Baba Burnunda, Zonguldak Ereğlisi yer altı dünyasına açılan bir mağaranın bulunduğundan bahsedilmektedir. Apaollonius, Argo’nun söz konusu kıyı boyunca ilerleyişini lirik bir üslupla anlatmaktadır:
“üçüncü gün, günün ağarışıyla birlikte, serin bir batı rüzgârı çıktı ve ulu adayı terk ettiler. Kıyıyı izleyerek sırasıyla, Sangarius Nehrinin ağzını, Mariandyni’nin bereketli topraklarını, Lycus Nehrini ve Anthemoeisian kıyı gölünü gördüler. Hızla yol alırlarken, geminin halatları ve diğer bütün halat takımları, rüzgâr altında titreştiler; fakat geceleyin esinti azalır ve şükrederek, gün ağarırken Acherusias Burnu yakınında demir attılar. Bu ulu kara çıkıntısı, sarp kayalıklarıyla, Bithynian Denizine kadar bakar. Altında deniz seviyesinde, dalgaların çarpıp kükrediği, düz kayadan oluşmuş yekpare bir platform uzanırken, yukarıda, tam tepede, çevreye yayılan dallarıyla çınarlar yer alır. Kara tarafında oyuk bir vadiye bakan bir uçurumla biter. Ürpertici derinliklerinden buz gibi bir soluğun geldiği ve her sabah her şeyi, gündüz güneşi altında eriyen parlak kırağı ile örttüğü Hades Mağarası, üzerini kaplayan ağaç ve kayalarla birlikte burada yer alır. Kaşlarını çatan bu uruna sessizlik hiçbir zaman ulaşmaz; uğuldayan denizden gelen bir mırıltı, sürekli olarak, Hades’in Mağarasında gelen rüzgârların salladığı yaprakların hışırtısıyla karışır.”
Ne ilginçtir ki, Baba Burnunun bulunduğu Zonguldak Ereğlisi yakınlarında, Türkiye’nin Cumayanı denilen ve 10 km. Uzunluğuna erişen en büyük mağarası yer almaktadır.
Klasik Yunan-Roma tradisyonlarında yeraltı dünyasının Anadolu’daki girişlerinden biri olarak değinilen bir diğer yer de, güneybatı Türkiye’nin kadim kayra bölgesindeki kutsal Akharaka’da bulunuyordu. Yeraltı dünyasına açılan bir yolun ağzı sayılan bu yerden, kükürtlü gazlar çıkardı ve hastalar şifa bulmak amacıyla burayı ziyaret ederlerdi. Akharaka ile Agarta adlarının benzerliği de üzerinde durulması gereken bir husustur.
Herodot’un, Trakyada yaşayan Getaeleri inisiye den ve Pythagoras’ın spiritüel üstadı olduğu söylenilen, Zalmoxis adındaki bir şahıs hakkında yazdıkları, yeraltı dünyasına Trakya’dan da ulaşılabildiğini göstermesi bakımından ilginçtir:
“Zalmoxis, Trakyada geniş bir hol yaptırttı. Ve burada topladığı kişilere kendileriyle gelecek kuşakların ölmeyip her şeyin bol ve zengin olduğu başka bir yere gidip daima mutluluk içinde yaşayacaklarını öğretti. Yerin altında inşa edilmiş bir evi vardı yeraltına girip, gözden kayboldu ve üç yıl süreyle orada kaldı. Herkes öldüğüne hükmederek ağladı. 4. yıl içinde tekrar ortaya çıktı ve bu stratejisi sayesinde de vaaz ettiği öğretiye inanmaları için halkı ikna etti.” okült kaynaklara göre, Zalmoxisin indiği yeraltı ikamet yeri Yeraltı Işık Uygarlığı Agartaydı.
Anadolu’nun sözlü gelenekleriyle klasik tradisyonların bu konuda söylediklerine paralel olarak aşağıda belirtilen enformasyon, büyük bir önemi haizdir:
Orta Doğuda, Agartanın yer altı dünyasına açılan üç kadim giriş,
1-Gize, Mısır;
2-Edruselbruz Dağı, Kafkaslar;
3- Troya, Batı Anadolu’da yer alıyordu.
Bir dünya haritası üzerinde, bu üç yeri birleştirmek suretiyle bir üçgen çizildiğinde, kuzey kenarı tam Baba Burnunun üzerinden geçen bu üçgenin içinde kalan kara kütlesinin Anadolu’dan başkası olmadığını görürüz!
Aynı zamanda, bu üç girişin açıldığı başlıca tünel tesislerinin, bir yer altı geçitleri sistemiyle birbirleriyle irtibatlandırılmış olmaları çok muhtemeldir. Eğer böyleyse o zaman Anadolu’nun altında muazzam bir dehliz şebekesi bulunmalı ve Anadolu’da Agarta tünel sistemlerinin en önemli kavşaklarından biri olarak işlev görüyor olmalıdır. Ve Kapadokya’nın kendisinin Anadolu’nun tam ortasında yer aldığını da unutmamak gerekir. Dolayısıyla, yer altı ağının Kapadokya altında yoğunlaşması ve bu bölge dâhilinde tünellerin yer altı kentlerine açılması son derece mantıki gibi görünmektedir. Öte yandan, Anadolu’daki dehliz sistemlerinin geriye kalan kısmına ilişkin bazı belirtiler de vardır. Örneğin, Hititlerin başkenti olan ve Kapadokya’nın kuzeyinde olan Hattuşaş’ın günümüzdeki adıyla Boğazköy ün altı dehlizlerle ve tünellerle kaplıdır.
Şimdi Anadolu’da mağaraları biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim. Anadolu’nun, Elbruz Dağının yer aldığı Kafkaslara yakın olan kuzeydoğu köşesine yaklaştıkça mağaraların adedi ortalama sayının çok üzerine çıkmaktadır. Speleolojik etütler, Türkiye’nin tam kuzeydoğu ucunda yer alan Artvin ilinin mağaralarla dolu bira araziyi kapladığını göstermektedir. Peter Kolosimoya göre, Sovyet bilim adamları,
“Azerbaycan’da, Gürcistan’da bulunan ve Kafkasları bir uçtan bir uca kat eden daha başka tünellerle bağlantılı oldukları meydana çıkan komple bir tüneller şebekesinin yer aldığını tespit etmişlerdir… Kafkas tünellerinin, yakınında sık sık rastlanan mağaralarda, dünyanın her yanında görülen motifleri de temsil eden çizimler vardır: bunlar, Gamalı Haç ve Sarmaldır.”
Kolosimo, daha sonra, bu galerilerin “İran’a doğru uzanan devasa bir şebekenin bir parçasını oluşturduğunu ve Amu Derya yakınlarında (Türkmenistan’la Rusya-Afganistan sınırında) keşfedilen tünellerle, hatta merkezi ve doğu Çinin, Tibet ve Moğolistan yer altı labirentleriyle irtibatlı oluğunu belirtmektedir”
İşte, bir yandan da batıya doğru uzanarak, Anadolu’nun altından devam edip, Troya ve Gize’nin çevresinden gelen dallarla birleşen şebeke budur. Bütün bunlar, mantıken, Artvin ile çevresindeki mağaraları aynen komşu Gürcistan mağaraları gibi, söz konusu şebekenin yer altından uzanan bölümüyle sistematik olarak ilişkili oldukları ihtimaline işaret etmektedir.
Anadolu’nun altında yer alan ağa ilişkin en ilginç kanı, hali hazırda aşina olduğumuz bir yerden, kadim Commagene yöresinden çıkmaktadır. 1954 yılında Commagene bölgesinde kazı yapan arkeologlar, Nemrut dağının yakınında yer alan, Eski Kâhta köyünün altında uzanan bir tünel keşfettiler. Bu tünerlin girişi yek pare bir yazılı kaynın altında yer alıyordu. Kayanın üzerinde, buranın Antiochosun babası tarafından, son uykusuna yatacağı kutsal yer olarak seçilmiş olduğunu belirten bir yazıt bulunuyordu.
Söz konusu tünel, aşağıya doğru eğim yapıyor ve belirli bir mesafeye kadar her iki yanında basamaklar bulunuyordu. Tünelin başlangıcından yaklaşık 100 m. İlerde bir balçık tabakasına rastlanmıştı. On noktadan itibaren tünelin temizlenmesi çalışmalarını durdurmak zorunda kalan arkeologlar, gerekli teçhizatı tedarik ederek, iki yıl sonra, temizleme işlemine kaldığı yerden devam etmek üzere Eski Kâhta’ya döndüler. Prof. Karl Döerner, 1956 yılında gerçekleştirilen Bu kazının öyküsünü, Türk Arkeoloji Dergisinde(1957–7–2) şu şekilde anlatmaktadır:
“…bundan sonra tünelin şimdiye kadar açılmış olan, Kısımlarına dekovil rayları döşedik, küçük bir çekme makinesi kurduk. Ve tünelin dibinde çalışan işçilere lüzumlu taze havayı temin ve tazyikli havayla çalışan burgulara çalışma kuvveti sevk eden bir kompresör inşa ettik.
“… Tünelin başlangıcından tahminen 120 m. uzaklıkta zayıf olmakla beraber tekrar merdiven basamaklarına rastlanıyordu. Bu noktada tünel hayret edilecek derecede dik bir meyille aşağıya iniyordu (meyil düşüş açısı 51 derece) bu sebeple ray döşememize imkân kalmamıştı; zira bizim bir motorla çalışan çekme makinemizin çekiş kuvveti bu meyile mukavemet etmeye kâfi değildi… Tünelin bu dikliğinde çalışmalarımızı Almanya’da bu maksatla hazırlanan, doldurma sepetleri sayesinde en iyi bir şekilde devam ettirmemiz mümkün olabildi.
Bu şekildeki sabırlı çalışmalarımız sayesinde tünelin 150 m. sine erişebilmiştik… 142–143. m.lerde tünel sol duvarında maden kuyusunu andıran, yuvarlak bir boşluğa tesadüf ettik; 150.m.de buna benzer bir ikinci boşluk daha vardı; her iki boşluk da kayadan oyulmuştu, her ikisinde tünelde bulunan cinsinden baçlı ile doluydu… Bu yuvarlak boşluklar 50cm. Derinliğinde idiler; önlerindeki platform şeklinde genişleyen basamaklarda kül bakiyeleri mevcuttu. Bu boşluklardan hemen sonra, 156.m.de, basamaklardan eser kalmamıştı. Tünelin tavanı gittikçe alçalıyordu; 158. m. De tünelin tavan ve tabanının kemer tarzı bir şekilde birleştiğini müşahede ettik.
“tünelde herhangi bir şey bulamadık. Bu sebeple, bu muhteşem tesisatın ne gibi bir maksada hizmet etmiş olduğunu kendi kendimize sormamız icap etmektedir. Bütün mesai arkadaşlarım için, Eski Çağda suni oksijen imal eden herhangi bir alete sahip olmaksızın bu muazzam tünelin nasıl inşa edildiği ve her şeyden evvel tünelin aydınlatılması meselesinin nasıl halledildiği bir bilmecedir… Mesela, 120. derinlikte kibrit yakmak imkânsızdır ve bu derinlikte hiçbir ateş yakma vasıtası ateş almaz.1956 yılındaki çalışmalarımız sırasında, kompresör bize daimi olarak taze hava gönderdi ve tünelin aydınlatılması işini elektrikle temin ettiğimiz için oksijene ihtiyacımız olmadı.
“…[yazılı kaya civarında]9m. Yüksekliğinde bir başlangıç dehlizi vardır. Bunun arkasında kayadan oyulmuş büyük bir mağara bulunmaktadır; her ikisi de merdivenvari bir tünelle bağlıdırlar…
“Gerger’deki, Antiochos’un ataları için olan mezarda, kalenin doğu kısmındaki tünel başlangıcının, Eski Kâhta Kalesindeki merdiven vari kayalı tünel başlangıcı ile aynı teknikle yapılmış olduğunu tespit ettim.”
Şimdi, Nemrut Dağının neden Commagene’nin kutsal dağı olduğunu ve Yüce Güçler tarafından amaçlarına hizmet etsin diye seçildiğini iyice anlayabiliriz. Çünkü Commagene altında bir tünel sisteminin mevcut olduğuna bakarak Nemrut Dağı Mabedinin, kutsal yerlerin ve yapıların Prototipini yani Agarta mabedini örnek aldığını ve böylece hem dünyanın göbeğini temsil eden bir kutsal dağda ki, Agarta için bu Himalayalar’dır, hem de himalayalar’ın altındaki Işık Ülkesi gibi, doğrudan görülemez ve ulaşılamaz olan iç mabetten bir iç adadan, bir yer altı çekirdeğinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Kutsal yerler ile yapıların iç eksenlerinin, çoğu kez bir kule ya da tepe noktasıyla belirlendiği söylenir. Bu husus nemrut dağının doruğundaki höyüğün mevcudiyetini bir başka açıdan daha açıklamış olmaktadır. Höyük iç odaya işaret eden bir uç noktası oluşturmaktadır ve höyüğün sırrının bu iç mekânda bulunması da çok muhtemeldir.
Nemrut dağının yeraltı odasına Commagenenin tünelleri yoluyla ulaşmak mümkün olsa gerek ama daima kapalı duran höyük gibi dehlizlere de, riyakatsiz kişilerin nüfuz etmesi imkânsızdır.
Bütün bu hususlar iki ilişkiye işaret etmektedir:
Nemrut Dağı mabedinin inşaatının perde arkasındaki gerçekleştiricileri olan yüce güçler ile mekânları Agarta olan ve yıldızlardan gelen Göksel Varlıklar arasındaki ilişki: ne ilginçtir ki, Daniken Türkiye’yi ziyaret edip Nemrut dağıyla ilgili araştırmalar yaptıktan sonra, Sirius Yıldızı’nın nemrut dağı mabedinden mükemmel bir şekilde gözlemlenebildiğini açıklamıştır.
Mithras kültü ile yeraltındaki Ağarta İnisiyasyon Merkezi arasındaki ilişki. Egerton Sykes’in ‘Klasik Olmayan Mitolojinin Sözlüğü’ adlı kitabında Mithras kültünün bu veçhesine değinilmektedir: “Zerdüştizmin Yaratılış Efsanelerinde, Yimaya, beşeriyetin korunması için bir barınak inşa etmesi söylenir. Ancak, bu daha sonra zerdüştün Kadim İran Dağlarında Mithra’nın şerefine hazırladığı devasa mağara haline gelmiştir. Bu mağarada, dünya unsurlarıyla bölgelerinin sembolleri bulunuyordu; kuzey girişi hayata ve güney girişi de ölüme aitti. Bu öykü, sanki Romalılar zamanında İngiltere’ye kadar yayılmış olan mağara dinlerinin birçoğunun esasını açıklıyor gibidir. Ve bunun kökenini de, muhtemelen beşeri ırktan birçok kişinin, kozmik felaket karşısından mağaralara sığınmak zorunda kaldığı bir döneme dayanmaktadır. Dolmanlar ile geçit mezarları denilen yapıların da, bununla ilişkili olmaları imkân dâhilindedir.”
Ve köşeleri; Troya, Elbruz Dağı Gize girişlerinde yer alan imajinatif üçgeni incelediğimiz takdirde, nemrut dağının Agarta tünel ağıyla ilişkisi daha da bariz bir hal almaktadır. Çünkü Nemrut Dağının kendisi, bu üçgenin doğu kenarına oldukça yakın bir yerde bulunmaktadır.
Nemrut dağında esas alınan mabet Prototipi ayrıca, Büyük Piramit için de geçerlidir. Acaba, Troya kenti de, bütünüyle, bu tür kutsal yerlerin bir başka yerlerini oluşturmuyor muydu?
Hisarlık tepede kurulmuş olan Troya birbiri üstüne inşa edilmiş olan 9 ayrı kent tabakasından oluşuyordu. Böylece çok katlı Troya kenti, Hisarlık tepenin merkezi tepesi çevresinde ve tatlı eğilimi üzerinde tesis edilmiş olan eş merkezi kent surlarıyla, bir piramit biçiminde tezahür etmektedir.
Grek Mitolojisinde, Tanrıça Athene’nin yaptığı ve adına Palladium denilen bir sihirli heykelden bahsedilir. Denildiğine göre, Zeus, bu heykeli, göklerden aşağıya indirmiş ve Troyanın korunması amacıyla, Troyanın kraliyet soyunun geldiği Kral Dardanus’a hediye etmişti. Ve Palladium, Ate tepesine, Hisarlık tepeye yerleştirilmişti. Bu sihirli heykelin, Tanrılarım himayesini kenti ilebilme özelliği vardı. Çünkü ‘dünyanın kralı’ adlı kitabında Rene Gueno nun da belirttiği üzere Palladium, aslında Spiritüel tesirleri zapt den bir anten olarak kullanılıyordu.
Hisarlık Tepenin üzerinde yükselen ve piramit biçimindeki Troyanın uç noktasını oluşturan Palladium’la birlikte bir mabet-kent’in dış formunun görüntüsünü tamamlamaktadır. Peki, iç mabet, yani çekirdek hakkında bir bilgimiz yok mudur acaba? Palladium Efsanesinin geriye kalan kısmına göre, Troya kralları, Ate tepesinde bu heykel için bir mabet inşa ettirmişlerdi. Sonra kenti himayesiz kılmak amacıyla bu heykeli çalan Grekler, böylece Troya savaşındaki galibiyetlerini garantiye almış oluyorlardı. Fakat bir rivayete göre de, Dardanus daima, heykelin bir kopyasını teşhir ediyor ve orijinal Palladiumu mabedin iç mekânında saklıyordu. Dolayısıyla, hisarlık tepenin altında asıl objenin saklandığı ve belki de yeraltı geçitlerine açılan girişin bulunduğu bir iç oda yer alıyordu.
Orijinal Palladium, Troyanın düşüşünden sonra, Aeneas tarafından İtalya’ya götürülmüştü. Heykel Aeneas’a, yeni merkezi Roma’da kurma görevinde Yüce Güçlerin himayesini bahşetmişti. Unutmamalıyız ki, aynı Aeneas, yeraltı dünyasına inmiş ve gizemli yer altı cenneti olan Elysium’u ziyaret etmişti. Acaba Elysium, Agarta’nın bir yansıması mıydı?
İlyada’da, Troyanın ta karşısına rastlayan denizaltı mağarasına ilişkin olarak geçen satırların yanı sıra, ayrıca, Britanya adalarındaki bir tradisyonda da çalılıklarla çevrelenmiş yollardan oluşan Açık hava labirentlerine Troya kenti denilmektedir. Çok muhtemeldir ki, bu ad, Troya kentinde Agarta galerilerinin labirent benzeri ağına açılan bir girişin mevcut olduğuna işaret etmektedir. Ve son olarak, Schliemann’ın Troya’daki kazılarda bulduğu çok sayıdaki Gamalı Haç heykelcikleri, Troyanın Agartayla doğrudan ilişkili olduğuna dair bir başka kanıt oluşturmaktadır.
Tarih özellikleri, Agarta ilişkilerini akla getiren ve doğal olarak da bir anten-mabet bulunduğu, dünyanın bir diğer harika kenti de Efes’ti. Efes ilk kez savaşçı kadınlarda oluşan, Amazonlar tarafından kurulmuştu. Ve Amazonlar, Anadolu’ya Kafkasya’dan gelmişler ve başlangıçta kuzeydoğu Anadolu’da yerleşmişlerdi. Aslında, Amazon adının etimolojik yorumlarında birine göre, bu ad, kadim Kafkas lisanında ‘ay’ anlamına gelen Maza kelimesinden türemiş olup ‘Ay Kadınlar’ anlamını taşımaktadır. Çünkü Amazonlar bir büyük Tanrıçaya, Büyük Ana Tanrıça ve aynı zamanda Ay Tanrıçası olan Kybele ile ilişkili görülen orijinal Artemis’e tapıyorlardı. Daha sonra, Grekler de Artemis’i Ay Tanrıçası olan Selene ile özdeşleştirdiler. Kybele etimolojik olarak, Mağaralar Tanrıçasıydı.
Bir diğer efsane olan Yedi Uyurlar, Anadolu’nun mağara tradisyonları ile doğrudan ilişkilidirler. İslam tradisyonunda Eshab-ül Kehf adıyla bilinen Yedi Uyurları öyküsü, 250 yılı civarında imparator Decianus’un zulmünden kaçarak Kıtmir adındaki köpekleriyle bir mağaraya sığınan yedi müminden söz eder. Yedi Uyurlar bu mağarada 200 yıl kadar uyuduktan sonra, Theodosius’un hükümranlığı sırasında sapasağlam ortaya çıkmışlardır. Bu kişilerin 200 yıl süresince mağarada sağ kalışlarına ilişkin gizem, ancak ve ancak onların Agarta’nın yer altı dünyasına inmiş olduklarını varsaydığımız takdirde çözülebilir. Az sonra göreceğimiz gibi, yüzyılları aşan uzun ömürlük, Agarta’da yaşayanlar için sanki hayatlarını doğal bir parçası gibidir.
Amazonlar, Efes de Tanrıçalarına adadıkları kutsal bir mabet tesis etmişlerdi. Daha sonra, İyonyalılar, burada Artemisin devasa bir heykelini inşa ettiler. Bu heykelin başında, kuleye benzeyen bir taç vardı. Kybele’nin başına giydiği kuleden uyarlanmış olan bu taç asıl anten-obje olarak işlev gören bir kutsal taşı içinde taşıyan, piramit biçimindeki üst yapıyı oluşturuyordu. Kökeni bir sonraki bölümde araştırılacak olan söz konusu taşa, diopet deniliyordu. Diopet önceleri bir kutsal ağaç şeklinde Amazonların Büyük Tanrıçasını sembolize eden ve çevresinde orijinal mabedin inşa edilmiş olduğu bir palmiye ağacının üzerine yerleştirilmişti.
Orta Anadolu’daki bir Frigya yerleşme merkezi olan Pessinus’ta mağara mabudu olan tanrıça Kybele de piramit biçimindeki kutsal bir taş ile temsil edilirdi. Bu tür taşlardan Anadolu’nun Kadim Kayra ve Likya yörelerinde bol miktarda bulunduğu bilinmektedir. Troyanın güney doğusunda Edremit’te yer alan, eski adıyla İda dağı, yeni adıyla Kazdağı’nda da bir zamanlar bir kutsal taşın bulunduğu söylenir.
Kybele taşları, Artemissunun yani Artemis Tapınağının diopet taşıyan heykeli ve Palladium, hepside aynı amaca yöneliktiler: yani, enerji üreten rezervuar ve dağıtım üniteleri olarak kullanılmaları söz konusuydu. Heredotta, kitabında bu tür bir işlev gören sütunlara rastladığında bahseder. Fenike’nin Tyros kentinde yer alan ve Herakles adına yapılmış bir mabette duran bu iki sütunun biri altından, öteki ise zümrütten yapılmıştı ve ‘karanlıkta, çevreye gizemli ışıklar saçıyorlardı’ yüksek enerji ve tesirlerle yüklenmiş olan objelerden ışıkların neşrolması gayet doğaldır.
Piramitler ile piramit biçimindeki objelerin bu tür bir işlevi olduğu, son on yılda ortaya çıkarılmış ve bilimsel olarak kanıtlanmış bulunmaktadır. Dünya üzerinde, Keops Piramidi’nin yanı sıra benzer türden iki büyük piramit daha vardır. Bunlardan biri Tibet’te, diğeri güney Amerika’dadır. Ve her ikisi de hala daha keşfedilmeyi beklemektedir hassas kişiler ile medyumlar, bu tür yapılar ya da objeler vasıtasıyla, Spiritlojik ve Parapsiklojik fenomenler oluşturabilirler. Diopetin yer aldığı Artemesium’um bulunduğu Efes’in bir maji ve okült hünerler merkezi olarak ün yapmasını sebebi de budur. Dahası, yedi kutsal Planetin neşrettiği İlahi Tesir beşeri kitlerle ara istasyonlar şeklinde işlev gören bu objeler yoluyla ulaşır. Ve beşeri bedendeki yedi şakra da alıcı üniteler olarak faaliyet gösterir.
Zaman zaman, ya Agarta’nın bazı Üstatları, Işık bedenleri vasıtasıyla dış dünyada ortaya çıkıp, beşerlerin arasına karışarak misyonlarını yürütürler yahut Agarta bünyesine dâhil olan Agarta İnisiyeleri, büyük bir önemi haiz olan sn fizik dünya enkarnasyonlarının bir ya da bir kaçı sırasında beşeri evrimi hızlandırıcı faaliyetlerde bulunurlar; ya da beşeriyetin evrim yolunda ilerlemiş olan bazı üyelerine belirli bir sebepten ötürü Agarta dünyası ile temas etme izni verilir. Bu tür vakaların tespit edilebilmiş olanlarını incelediğimizde. Türkiyedeki bazı yerlerden sürekli olarak bahsedildiğini görmekteyiz.
Örneğin Agarta üstatlarından üstat Rakoczinin, bu adla tanındığı son fizik dünya enkarnasyonu sırasında Türkiye’de uzun yıllar geçirdiğini biliyoruz. 17. yüzyılda Macaristan’ın Rakoczi ve Zrnyi ailelerinden dünyaya gelen Erdel Prensi 2. Francis Rakoczi (1676–1735), Macaristan kurtuluş savasının önderi olarak ortaya çıkmış ve Kuruez köylü ihtilalcilerin başına geçerek 1703–1711 yılları arasında Macaristan’ın bağımsızlığı için savaşmıştır. İmre Thököly’nin 1705 de halefi tayin ettiği Prens Rakoczi savaş sonrasında Macaristan asilleriyle Hapsburglar arasındaki uzlaşmayı reddetmiş ve bağımsız Macaristan için yaptığı mücadeleyi sürdürmek için memleketini terk etmiştir. Önce Polonya ya giden prens Rakoczi daha sonra Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye de himaye gören Macar bağımsızlık savaşı önderi 1717 ye kadar İstanbul da ve 1720 den ölümünde kadar da Tekirdağ da kendisine tahsis edilen evde kamıştır. Mücadelesini Türkiye’de yürüttüğü diplomatik faaliyetlerle sürdüren prens Rakoczi’nin yaşadığı bu ev günümüze bir müze haline getirilmiştir.
Ne ilginçtir ki aynı şahıs, artık bir Agarta İnisiyesi değil de, Üstadı sıfatıyla ışık bedenini kullanarak dış dünyada faaliyet gösterdiği ve Agarta’nın beşeriyet arasında en tanınmış elçisi olan Saint Germein Kontu olarak ilk kez 1745 yılında ortaya çıktığı bir sonraki yaşamında İstanbul’u gene uğrak yeri yapmıştır.
Fransa’daki ezoterik Rosicrucian grubunun üyelerinden Graffer ‘Viyana hatıraları’ adlı kitabında St. Germain den bahsederken, onun 1790 yılında viyana da kendisine aynen şu sözleri söylediğini yazar:
”senden ayrılıyorum. İstanbul’da beni bekliyorlar, oradan da İngiltere ye gideceğim orada yüzyıl sonra kullanacağınız iki icat üzerinde çalışacağım. Bunlar tren ve buharlı gemidir. Bir süre için Himalayalara çekilip dinleneceğim. 85 yıl sonra tekrar ortaya çıkacağım”
St. Germain Kontu’nun sözleri, İstanbul’da Agarta’dan gelen daha başka kişilerle buluşacağını ima etmektedir. Doğu ile Batı arasında bir köprü oluşturan İstanbul, belki de, Agarta’nın temsilcilerine yoğun bir şekilde ziyaret edile gelmekte olup, onların buluşma yeri haline gelmiştir. Nitekim Andre Bouguenec, Robert Charroux’unun ‘Gizemli Bilinmeyen ‘adlı kitabına yazdığı ön sözde, bu savı güçlendirecek bir açıklama yapmaktadır:
“Villeneuve Üstadı, 24 Aralık 1966’da İstanbul’da, Bilinmeyen Üstlerle buluştu. Kendisi bu görüşmeyi sınırlı bir şekilde anlatmıştır. Ya da, daha doğrusu, açıklaması için Bilinmeyen Üstlerce kendisine izin verilenleri yayımlamıştır. Kitabın adı, ‘Tasavvur Olunmazla Karşılaşma’dır. Bu kitap, yüzyıllarca insanların bahsettiği Görünmeyen’in, şarlatanlar ile hayalperestlerin icadı olmadığını kesinlikle ispat ettiği için çok önemli bir çalışmadır. Villeneuve Üstadı’nın anlattığına göre, kendisi, Saint Yves d’Aalveydre gibi belirli açıklamalar yapmaya izinlidir.
“D’Alveydre’nin bahsettiği Agarta adı değiştirilmiştir ve Yüksek Meclisin kendi içinde, tarihin ve zamanın hızlanmasıyla uyumlu hale getirilmesi için bazı ufak değişiklikler meydana gelmektedir Agarta’nın yeni adı sadece belirli birkaç kişiye bildirilebilir. Yüksek Meclis, bu dünyanın evrimi içinde ulaşacağı en yüksek noktayı bilen 12 Büyük Üstad dan oluşmaktadır. Bu şahıslar, günümüzün politikasını etkileyecek bir durumda olmalarına rağmen bizler yinede özgür irade sahibiyizdir. Bütün bu 12 Şahsın üzerinde, daha da yüksek bir seviyede, üstün bir hiyerarşi içindeki Görünmeyen Varlıklar yer alır.
1932 de yapılan bir diğer Agarta toplantısının da İstanbul da gerçekleştirildiği bilinmektedir. Her yıl dünyanın bir ülkesinde yapılan bu önemli okült toplantılar, on kişisi çeşitli ülkelerdeki bilinmeyen İnisiyelerden diğer iki kişisi de, Agartadan gelen elçilerden oluşan 12 kişilik bir kadro katılır. Örneğin, 1978 yılında G. Afrika’da yapılan toplantıya, Habeşistan’dan Kudüs’ten Japonya’dan Polonya’dan İskoçya’dan A.B.D. den ve İspanya’dan birer kişi güney Amerika’dan üç kişi ve Agarta dan da iki temsilci katılmıştır.
Uludağ’ın eteklerinde yer alan tarihi Bursa kenti de Himalayaların altındaki Işık Ülkesinden gelen elçileri arada sırada ortaya çıktıları bir diğer yerleşme merkezi olarak tebarüz etmektedir:
“14. yüzyılda sahte bir ölümle gömülme olayı düzenlediği ve sonra orta Asya da ortadan kaybolduğu sanılan bir diğer tarihi şahsiyette Nicolas Flameldi… Başrahip Vilain, 18.yy.da, Filamelin Türkiye deki Fransız sefiri Desalleurs u ziyaret ettiğini yazmıştı-yani, Flamelin sözde ölümünden yaklaşık 400 yıl sonra!
“14.Loiz Paul Lucas’ı Ortadoğu Mısır ve Yunanistan dan antik eserler toplamakla görevlendirmişti. Lucas 1714 yılı da ,’kralın emriyle, Bay Pul Lucasın gezisi ‘adında bir kitap yayınladı. Bu eserde, Bursa da dört dervişle karşılaştığından ve bunlardan birinin Fransızca da dâhil olmak üzere çok sayıda lisan bildiğinden bahseder. Söz konusu derviş, ermişlerin yurdu olan uzaktaki bir yerden geldiğini söylemiştir. Görünüşe göre 30 yaşlarında olmasına rağmen anlattığı uzun yolculuklar en azında yüzyıllık bir süreyi kaplıyordu. Flamelin adı geçtiğinde derviş şöyle der:
‘flamelin öldüğüne gerçekten inanıyor musun? Hayır, hayır dostum, kendini aldatma flamel hala daha yaşıyor. Ne o ne de hanımı ölümle henüz karşılaşmış değillerdir. Her ikisini de Hint adalarında bıraktığımdan beri üç yıldan fazla bir süre geçmedi. Hem o, benim en yakın arkadaşlarımdan biridir.’ Bu derviş Asya’daki Olimposun ( Yüce Varlıkların Mekânının yani Agartanın) belirli bir vazifeyle görevlendirdiği bir elçisi olsa gerekti.’
İstanbul da düzenlenen Agarta Toplantılarına paralel olarak, ayrıca, İstanbul’un altında yer altı geçitlerinin mevcut olduğuna dair birçok kanıt vardır:1963 yılında 19 aşındaki oto tamircisi Cavit Cinci, Taşlı tarladaki havuz başı semtinde Bamya Tarlası diye bilinen bir yerde bir delik keşfetmiş ve define aramak için bu delikten aşağıya inmişti. Cincinin kaybolması üzerine yapılan araştırma sonucunda bu deliğin o zamana kadar mevcudiyetini hiç kimsenin bilmediği kadim bir dehlize açıldığı görülmüştü. Olayla ilgilenen Arkeoloji Müzesi yetkilileri dehlize girerek 43m. Kadar ilerlemelerine rağmen Cincinin izine rastlayamamışlardı. Sürdürülen aramalar sonucunda gencin cesedi bulunduğunda 4 Mart 1963 tarihli gazetelerde bu konuyla ilgili olarak şu haber çıkmıştı:
“dehlizin girişinden 9 m. ötede bir dirsekten sola kıvrılarak yola devam eden 19 yaşındaki oto tamircisi, anlaşıldığına göre 11 m gittikten sonra zeminde rastladığı bir taş kapağı elindeki keskiyle parçalamıştır. Bilahare, bu kapağın altında, ilkine dik olarak duran su dolu diğer bir kanala inen define meraklısı genç, bir süre ilerlemiş sonuna geldiğinde çıkış yeri bulamamıştır.” bilindiği kadarıyla dehlizde 87m. kadar ilerlenmiş ve daha sonra bir bataklığa rastlanmıştı. Cincinin indiği dik kanal da bir bataklıkta son buluyordu. Burada, gencin üzerine kanalın tavanının çöktüğü görülmüştü.
Günaydın gazetesinin 27 Eylül 1980 tarihli sayısında, bir önceki gece İnönü Stadının çevresinde garip seslerin işitildiğinden bahsedilmektedir. Bu haberin ilginç yanı, söz konusu gizemli seslerin yeraltından gelmiş olmasıdır. Balyoz sesine benzeyen bu gürültülerin, 40 m. Çapındaki bir alan dâhilinde net bir şekilde duyulabilmiştir. Sesleri, önce, devriye gezen bir grup asker duymuş ve daha sonra olay yerine gelen yetkililer seslerin geldiği yeri ne de mahiyetini belirleyebilmişlerdir. Ve bu ‘kimliği meçhul yeraltı sesleri’ olayı da unutulup gitmiştir.
Denildiğine göre, İstanbul un çeşitli yerlerinde bulunan yeraltı şebekesi giriş-çıkış noktaları, günümüzde kapalı tutulmaktadır. İstanbul’da, mevcut yeraltı ağı ve ilgili okült enerji sistemine ilişkin olarak üzerinde durulması gereken bir anıt vardır: bu, Çemberlitaş adıyla bildiğimiz sütundur. Bu sütunun özeliği, roma imparatoru Büyük Constantine (280–337) tarafından, imparatorluğun merkezinin Roma’dan İstanbul a aktarılışı ve buna paralel olarak da Hıristiyanlığın, Roma dünyasının resmi dini haline getirilişi operasyonunun kadim tradisyonlara bağlı bir uygulamayla, odaklanması için yaptırılmış olmasıdır. Constantine, böylece bu operasyonun geçerliliği ile devamlılığını garantiye almak istemişti. Peki, Çemberlitaş’ın bu özelliğini sağlayan faktörler neydi?
Çemberlitaş, mabet prototipine uygun bir biçimde yapılmıştır. Burada orijinal piramit formunun yerini, Herodot’un Fenike’de tapınaktaki gibi bir sütunun aldığını görüyoruz.
Sütunun üzerinde, uç noktayı oluşturan bir Apollon heykeli bulunuyordu. Altında ise, bir iç oda vardı. İşte Constantine’in bir iç odaya aynen Artemis heykelindeki diopet gibi, hem Roma Dünyası hem de Hıristiyanlık âlemi için, kutsal sayılan objeleri yerleştirmiş olması söz konusudur. Bu kutsal emanetler arasında yer aldığı söylenen ve araştırmacılarca üzerinde en çok durulan obje, Hz. İsa’nın gerilmiş olduğu Haç’a ait tahta parçalarıdır. Aralarında, Evliya Çelebinin Seyahatnamesi ve Hezarfen Hüseyin Çelebinin 1670 yılında yazdığı Bizans Tarihi gibi Türk eserleriyle, Bizans tarihçisi Heskiuos İllus Trios un 6.yy.da yazdığı Patria Konstantinoupoleus adlı kitap gibi yabacı eserlerin yer aldığı çeşitli kaynaklarda, Haç’ın Constantinenin annesi St. Helena tarafından Kudüs’ten İstanbul’a getirilişinden bahsedilmekte ve önce sütun üzerindeki heykelin içine yerleştirildiği, daha sonrada iç odaya nakledildiği anlatılmaktadır.
Kutsal haçın yanı sıra, Hz. İsa çarmıha gerilirken kullanılan çivilerden bazıları, Hz. İsa’nın mesh edildiği yağın kabı, Hz İsa’nın kanının bulaştığı toprak parçaları ve Hz İsa’nın kutsadığı Yedi ekmek gibi birçok kutsal emanetinde Çemberlitaşın altındaki iç odada muhafaza edildiğine inanılmaktadır. Fakat bu objelerin mahiyeti ve adedi ne olursa olsun, hepsi de sadece Hıristiyanlık kurumu ile ilgiliydiler. Peki, Constantine daha önemli bir konu olan, imparatorluğun yeni merkezinin bekası için acaba Çemberlitaş’ta ne gibi bir uygulamaya gitmişti?
Anlaşıldığına göre en mantıki yola başvurmuştu: çükü, denilmektedir ki Constantine önceleri Troya’ya, daha sonrada Roma’ya İlahi Güçlerin himayesini bahşeden ve nereye giderse oraya yeni bir uygarlığın merkezi haline getirdiği söylenen Palladiumu Roma’dan getirtmiş ve Çemberlitaşın altındaki iç odaya bu ünlü anten heykeli de yerleştirmişti. İstanbul’un Constantine’den sonra tam 11 yy. boyunca Bizans imparatorluğunun 500 yıl boyunca da Osmanlı imparatorluğunun başkenti olduğuna hiç şaşmak gerek!
Öte yandan, Mabet prototipine uygun her kutsal yapı gibi, çemberli taşında yer altı Agarta sistemiyle ilişkili olması söz konusudur. Nitekim 1930’larda yapılan bir arkeolojik kazı sırasında Çemberlitaş civarında bir takım labirent vari dehlizlere rastlanmıştır. Üstelik diğer bazı bulgulardan anlaşıldığına göre, Sultanahmet’le Aksaray arasındaki düz hat boyunca bu tür yer altı mekânları uzanmaktadır. Bütün bu hususları göz önüne aldığımızda, çemberli taşı, İstanbul’un altında yer alan galeriler ağıyla irtibatlı olan ve belki de bir giriş yerini belirleyen bir enerji odak noktası olarak işlev gördüğü açıkça anlaşılmaktadır.
Bu konuya açıklık getirebilecek olan çok ilginç bir kayda, İstanbul un yedi harikası adlı yetmiş küsur yıllık bir kitapta rastlamaktayız. Bu kitapta anlatıldığına göre, çemberli taşın hemen yakınında yer alan Yerebatan sarayı ile Kınalıada arasında, uzun bir yol izleyerek uzanan bir tünel bulunmaktadır. ’köpek öldüren kanalı’ denilen bu dehlizin, Yerebatan sarayındaki gizli bir girişten başlayarak kuzeydoğu yönünde ilerlediği ve boğazın Marmara ya açıldığı yerde denizaltından geçtiği, Üsküdar’dan itibaren de güneydoğuya doğru bir açı yaparak düz bir hat halinde, önce Üsküdar-Kadıköy sahillerinin ve daha sonra gene Marmara’nın altından uzanıp Kınalıada’ya ulaştığı ve buradaki Manastırda son bulduğu belirtilmektedir. Bu dehlizin, söz konusu güzergâh üzerinde, sırasıyla; Salacak, Karacaahmet ve Moda da, yüzeyle irtibatını sağlayan giriş- çıkış noktaları bulunduğu belirtilmektedir.