Tarih: 1000-1700
Yer: Güneydoğu Büyük Okyanus’ta Paskalya Adası
Tarihin derinliklerinde gizemli bir dönem daha ve sırrı çözülemeyen Paskalya Adası heykelleri… Yeryüzünde hiçbir yer, diğer yerleşim bölgelerine Paskalya Adası kadar uzak değildir. Güney Amerika, doğuda 4300 mil, Tahiti ise batıda 2300 mil uzaklıktadır.
Bununla birlikte, gelişmiş teknolojiye sahip uygarlıklardan görünürde tecrit olmasına rağmen ada halkı, her nasılsa birçoğu üç katlı bir binadan yüksek, insan biçiminde yüzlerce dev yekpare heykeller yontmuştu. Sonra, her nasılsa bu ‘Moai‘ yi adanın bir ucuna taşımış, birçoğunu taş platformların üzerine dikmiş ve dev kırmızı taş blokları üstlerine oturtarak işlerini tamamlamışlardı.
Sayısı 974 olarak belirlenen bu heykeller denizciler tarafından keşfedildi ve tarihçiler tarafından araştırmaya başlandı. Gerçekten muazzam boyutlara sahip bu heykellerin, 220 metre uzunluğu ve 150 tona yaklaşan ağırlıkları mevcut.
Adanın değişik noktalarında dizili duran bu muhteşem heykellerin tamamı şuan yerinde bulunmuyor çünkü bazıları taşınma sırasında bazıları ise işçilerin hataları sonucu parçalanmış haldedir.
Hollandalı kaşif Jacob Roggeveen, adaları 1722 yılında keşfetmiştir. Yeşil bir alan ancak neredeyse hiç ağacın bulunmadığı bir bölge olan Paskalya adası ilk keşfedildiği an Paskalya gününe denk gelmiştir ve bu isimle anılmıştır. Birçok medeniyete sahiplik yapan bu alanın ilk misafirleri Güney Amerikalılar ancak bunu yalanlayanlar da yok değil.
Roggeveen şöyle yazmıştı: “ilkin bu taş heykeller hepimizi çok şaşırttı; çünkü bu insanların, tam dokuz metre yüksekliğinde ve aynı oranlarda kalın bu heykelleri nasıl dikmiş olabileceklerini bir türlü anlayamadık.”
Bu keşiften sadece 52 yıl sonra. Kaptan James Cook güney Pasifik’te eskiden beri varolduğundan kuşkulanılan bir kıtayı ararken Paskalya Adasına da kısa bir süre uğramıştı. Cook da hayretler içindeydi:
“Her türlü mekanik güce yabancı olan bu adalıların, nasıl böyle muazzam yapılar dikebildiğini ve daha sonra başları üzerine büyük silindirik taşlar yerleştirebildiğini aklımız almadı”
Heykellerin üzerinde yapılan araştırmalar bu heykellerin sırrını çözmeye yetmedi, üzerlerinde ne bir sembol ya da ne bir yazılı eser bulunuyor ancak tek nokta heykellerin surat ifadeleri hepsinin yüzünde gururlu bir gülümseme mevcut fakat bu araştırmalar için yeterli görülmüyor. Bir başka bilgi ise heykellerin bazıları yarım bırakılmış ve heykellerin karaya nasıl taşındığı bilinmiyor. Ağırlıkları konusunda tonlarca ağırlıkta olan bu heykellerin kim tarafından yapıldığı da bilinmiyor çünkü buna dair hiçbir iz yok…
Efsaneye göre; heykellerin yapımı savaş sonrasına dayanıyordu. Polinezya kökenli kavimler buraya yerleşti ve hüküm sürmeye başladı ancak savaşlar ve saldırılar onları yıldırdı ve sonunda pes ettiler ancak buraya veda etmeden önce bu heykelleri bıraktılar. Heykeller gülümsüyor ve bir boşluğa bakıyor gururlu bir şekilde onlar giden eser sahiplerini bekliyor ve onların yeniden geleceği işaretini veriyor. Bazı heykellerin surat ifadelerinde kaygılı bir bekleyiş olduğu da söyleniyor.
Heykelleri Kimler Yaptı, Neden Yaptı: Moai Muamması
Çoğu bilim insanı, bazı Polinezyalı göçmenlerin batıdaki bir adadan, belki Markiz Takımadalarından uzun olsa da olanaksız olmayan bir yolculuktan sonra kıyıya ulaşmış olabileceklerini düşündü. 1940’ların sonunda, Güney Amerika Yerlilerinin Paskalya Adası “na yerleştiği ve ‘Moai’yi inşa ettiği teorisini formüle eden Norveçli bilim insanı Thor Heyerdahl’ı ciddiye alan sadece birkaç kişiydi.
Heyerdahl, haklılığını kanıtlamak amacıyla, ilkel bir sal yapıp, kendisi Pasifik’i geçmeye karar verdi.
Heyerdahl, teorisini ilk önce Paskalya Adası halkı ile Peru da yaşamış olan antik İnkaların efsaneleri arasında bazı benzerlikler yakaladıktan sonra oluşturmuştu. Paskalya Adası halkı, kendi soylarının kurucusu olarak beyaz baş tanrı Tiki’ye taparken, İnkalar uzak atalarının Peru’dan Pasifik’e yaydıkları beyaz baş tanrı, Kon-Tiki’den söz ediyorlardı.
Heyerdahl, adayı on sekizinci yüzyılda ziyaret eden ilk Avrupalıların, normalde bronz tenli Polinezyalılardan ayırt edilebilen bazı beyaz adalıların gizemli varlığı karşısında şoke olduklarını anımsamıştı. Tiki ve Kon-Tiki aynı tanrı ve Paskalya Adasının beyaz yerlileri de onun torunları olmalıydı.
Adayla ilgili diğer söylencelerin Heyerdahl’ın teorisini güçlendirdiği görülüyordu. Adalılar kulaklarını delen ve yapay olarak uzayıncaya kadar kulak memelerine ağrırlıklar takan “uzun kulaklı” bir soydan söz ediyordu. Söylenceye bakılırsa, uzun kulaklılar adayı kısa kulaklılar tarafından rahatsız edilip kovuluncaya kadar yönetmişlerdi. ‘Moai’ neredeyse omuzlarına kadar sarkan uzun kulaklara sahip olduğundan, kuşkusuz Heyerdahl heykellerin uzun kulaklılar tarafından yapıldığını düşündü. Peki hu uzun kulaklılar nereden gelmiş olabilirlerdi?
Botanistler adanın totora kamışlarının Peru’da bulunanlardan farklı olduğu sonucuna varmışlardı. Heyerdahl’ın savunduğu Güney Amerika bağlantısı için temel aldığı adadaki tatlı patatesler de Polinezya’da bir yerlerden gelmiş olabilirdi.
Dil ile ilgili bilimsel çözümlemeler de batıya işaret ediyordu. Adalıların kullandığı birçok sözcük, Polinezya’daki özdeş sözcüklere yakın görünüyordu ve uyuşmazlıklar rahatlıkla uzun tecrit yıllarına bağlanabilirdi. Adanın “Rongorongo” yazıtı da Perulularınkinden çok, Polinezya yazısı ile ortak özelliklere sahipti.
İskeletlerin incelenmesi de adalıların Güney Amerikalılardan çok, Güneydoğu Asyalılarla ortak özellikleri olduğunu gösterdi ve çoğu bilim insanı ilk Avrupalı ziyaretçilerin beyaz tenli insanlara ilişkin tanımlamalarının abartılmış olabileceği sonucuna vardı. En başta, Paskalya adalılarıyla ilgili ilk anlatımların sadece birkaçı bu beyazlardan söz ediyordu. Başkalarına gelince, örneğin, ünlü kaşif Kaptan Cook, “renk, özellikler ve dil bakımından, daha batıda kalan adaların halkına o kadar benziyorlar ki, onların aynı köklere sahip olduğundan hiç kimse kuşkulanamaz” diye yazmıştı.
Şu eski Tiki ve Kon-Tiki masallarına gelince, çoğu bilim insanına göre bunlar söylencelerden başka bir şey değildi. Paul Bahn’ın sözleriyle, bu yavan hikayeleri yutmak için “büyücek bir tutam deniz tuzu” gerekirdi. Bahn, Heyerdahl’ı söylenceleri ayıklayarak kullandığı için eleştirmişti. Ancak böyle bir ayıklama, diğer anlatılanları – örneğin, adanın ilk kralı Hotu Matua’nın, Hiva diye bir adadan geldiğini- göz ardı ederken, teorisini destekleyenlere ağırlık vermesini sağlıyordu. Hiva, Paskalya Adası’nın iki bin yüz mil kuzeybatısında, Markiz Takımadaları ‘nda herkesin bildiği bir addır.
Dramatik Kon-Tiki macerası bile bilimin titiz sorgulamasından kaçamamıştı. Bazıları İnka-öncesi yerlilerin yelken değil, kürek kullandığını ve Peru’nun çöl kıyılarında sal ya da kano yapımı için gereken türden hiçbir hafif kereste bulunamayacağını öne sürdüler. Ayrıca Kon-Tiki’nin kıyıdan elli deniz mili açıkta yedekte çekilmesi, Heyerdahl’ı Polinezya yakınlarında bir yere değil, Panama yakınlarında bir yere sürükleyebilecek akıntılardan kurtulmak içindi.
Heyerdahl’ın 1955-1956 keşif seferi ile başlayan bilimsel çözümlemeler furyası, Paskalya Adası’na ilk yerleşenlerin Polinezyalılar olduğu konusunda güçlü bir uzlaşıyla sonuçlandı. Güney Amerika Yerlilerinin tersine, önemli bir denizcilik deneyimine sahip olan Polinezyalılar, Havai ve Yeni Zelanda gibi adalarda koloniler kurmuşlardı. Bazı bilim insanları, (Şili’de bulunan bazı Doğu Paskalya Adası üslubu mızrak başları gibi) Güney Amerika ve Polinezya kültürlerinin iç içe geçtiğini gösteren her türlü kanıtın. Yeni Dünya’ya ayak bastıktan sonra yurtlarına dönmüş olabilecek Polinezyalı denizcilere bağlanabileceğini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Thor Heyerdahl
Bunlar, kaşiflerin doğuya değil, batıya yelken açtığını savunmaya devam eden Heyerdahl’ı pek ikna edememişti. Tarih yazımı dalgasına direnmeyi sürdürmüş, adaları tekrar ziyaret etmiş ve ona kulak verenlerin sayısı giderek azalmasına rağmen, tezlerini savunmuştu.
Ne var ki, bu, onun başarılarını küçültmez. Paskalya Adası’na ilk bilimsel keşif gezisini düzenleyen ve kendisine eşlik eden bilim insanlarına kendi araştırmalarını önyargılardan uzak bir şekilde sürdürmelerini sağlayan Heyerdahl’dı. Ayrıca diğer araştırmacıları oraya çeken ve ‘moai’ yontucularını araştırmayı sürdürmelerinin esin kaynağı Heyerdahl’ın ünlü keşif gezileriydi.
Paskalya Adası’na ilk önce Polinezyalıların yerleştiğine ilişkin görüş üzerinde uzlaşılması, en azından dev heykellere kısmi bir açıklama getiriyor. Atalara tapınma tüm Polinezya’da yaygındı, dolayısıyla ‘moai’ adalı kabileler ya da ailelerin ölülerini yüceltmek amacıyla diktikleri bir çeşit anıt olabilir. En büyük ‘moai’nin tepesine yerleştirilen kırmızı taş bloklar, Markiz Takımadalarında yas işareti olarak bir ölü imgesinin üzerine taş koyma geleneğinden gelmiş olabilir.
Bununla birlikte, bu ‘moai’ konusunda Cook’un kısa ziyareti sırasında gözüne çarpan bir başka gizem var. Birçok heykel platformlarından devrilmişti ve bazılarının kafaları açıkça bilinçli olarak koparılmış durumdaydı. Moai’leri için bu kadar olağanüstü bir çaba harcamış olan bir halk neden onları devirmiş olabilirdi? Heykellerin sapasağlam durduğu Roggeveen’in 1772 yılındaki ziyareti ile Cook’un adaya ulaştığı 1784 tarihleri arasında ne olmuştu?
Heyerdahl, Avrupalılardan önce gelip, ilk Güney Amerikalı yerleşimcilerle savaşa tutuştuklarını söylediği Polinezyalı göçmenleri suçluyordu. Adayı yöneten uzun-kulaklılara karşı “kısa- kulaklılar”ın ayaklanmasını anlatan ada söylencelerine tekrar başvuruyordu. Yeni kurgusuna göre, belki de kısa kulaklılar hem uzun kulaklıları hem de onların heykellerini devirmiş olabilirlerdi.
Gerçi arkeolojik kanıtların yokluğu Heyerdahl’ın teorisini bir kez daha köşeye sıkıştırmıştı. Paskalya Adası tarihinin bu kesitinde, ya da aynı şekilde diğer kesitlerinde, yeni kültürel etkilerin aniden araya girdiğine dair hiçbir mimari ya da el sanatlarına ait bir iz yoktu.
Arkeologların, Avrupalıların adayı keşfinden önceki döneme tarihlendirilen çok sayıda mızrak başı ve hançer bulmuş olmaları, birçoğunu savaşın ‘moai’nin ve onlara tapan kültürün devrilmesinde bir rol oynamış olabileceği sonucuna varmasına yol açtı. “Kuş adamlar” döneminin kaya sanatının ortaya çıkışı, aynı zamanda atalara tapınmanın yerini almış olabilecek yeni bir kültün de göstergesiymiş gibi görünüyor.
Çoğu araştırmacı ekolojik bir krizin adalıları görülmedik ölçüde azalan kaynaklar için savaşmaya ittiğine inanıyor. Aşın nüfus ya da ormanların yok oluşu, en büyük ‘moai’nin dikildiği on altıncı yüzyılda artık ciddi sorunlar haline gelmişti. Bazı arkeologlar, umutları iyice tükenen ada halkının tanrıların yardımını istemek amacıyla, çok sayıda heykel dikme yolunu seçtiğini öne sürmüşlerdi. Ataları yardımlarını esirgeyince, adalılar onlara inançlarını yitirmiş ve öfkeyle heykelleri devirmiş olmalıydılar.