Bazı Arkeolojik kazılarda insanlık tarihini ve bilimleri sarsan eşyalar bulunuyor. Van’da bulunan roket heykelciği bunlardan biri. Urartu medeniyetine ait olduğu anlaşılan ve yaklaşık 3000 yıllık bir heykelciliği inceleyelim.

“ Halen İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan fakat sergilenmeyen heykelciğin üstten, görünüşü. Heykelciğin uzunluğu 22 cm, yüksekliği 8 cm genişliği 7,5 cm dir.

Yıl 1975… Van’ın güney doğusunda bulunan antik kent Tuşpa da ( şimdiki adıyla Toprak Kale ) olan arkeolojik kazılar yapılıyor. Fakat ortaya çıkarılan bir cisim hiçte olağan değil! Söz konusu cismi bulanlar şaşkınlık içinde kalıyorlar. Çünkü, bu günümüzden 3000 yıl önce yapılmış tartışmasız bir uzay aracı heykelciği. Bu garip araç daha çok günümüz uzay roketleri gibi!

Belirgin bir aerodinamik biçime sahip, tek kişilik bir modül. Bunlara ek olarak şu özellikleri de göze çarpmakta:

– Konik burun yapısı,

– Dikey formlu kuyruk yapısı

– Beşli motor yapısı

– Kabin ve bir Astronot .

Yalnızca ele geçen bu tarihi eserde tek eksik olan parçaysa astronot biçimli varlığın baş kısmı! Büyük bir ihtimalle astronotun başı zamanla kopmuş olmalı. Kokpitte günümüzde uzay yolcularının kullandıkları türden körüklü bir anti- G elbisesi ve botlar giymiş bir pilot ya da kozmonot oturmaktadır.

İki eliyle birden bazı kontrol levyelerini idare ediyormuş gibi bir görünümü olan pilotun oturma şekli çok ilginçtir: Oturma biçimi günümüz uzay adamlarının uzay araçlarındaki oturuş biçimiyle tamamen aynı! Bacaklarını yukarı doğru çekip karnına doğru bastırmış. Bilindiği gibi pilotlar ve astronotlarda, bu şekilde otururlar. Bugün ki uygulamalardan biliyoruz ki, pilotlar, karın kaslarını iyice sıkıştırır karınlarını bastıracak şekilde öne doğru eğilirlerse merkez kaç ivmesinin oluşturacağı geçici bayılmaları önleyebilirler.

Böylece, modeldeki pilot hem oturuş şekli hem de giydiği ve kanı, alt karın bölgesiyle bacaklarda toplanmasını önleyerek kalbe doğru basıp anti-G elbisesi sayesinde, maruz kalacağı yüksek ivme ve ters ivmelerin bünyesi üzerinde oluşturacağı tesirleri, G-yüküne dayanabilecek durumdadır.

Araçta kullanılan roket tahrik sisteminin, günümüzde kullanılan türden herhangi bir yakıtı taşıyamayacak kadar sınırlı bir hacim içinde yer aldığı aşikârdır. Dolayısıyla, bunun, vimana denilen kadim uçan araçları sevk etmede kullanılan cıva esaslı bir tahrik sistemi olması çok muhtemeldir. Bu sistemin egzoz çıkışını sağlayan lülelerin biden fazla olması da gerçekten ilginçtir: günümüze ilk kez, insan taşıyan uzay kapsüllerini yörüngeye oturtmak için geliştirilen devasa roketlerde kullanılan çoklu lüle sistemine böyle kadim bir uçan araç modelinde rastlanması, roket uzmanlarının ilgisini çekecek bir husus olsa gerek!

Bu gizemli aracın işlevlerinden önce nerde ve hangi tarihte yapıldığını bilmek gerekir.

Urartular, doğu Anadolu’nun güney yarısında Van gölü çevresinde 247 yıl ( M.Ö. 859 – 612 ) egemenlik sürmüş büyük bir devlettir. İ.Ö.8.yy.da sınırlarını genişletmişler ve kuzeyde Kafkas’ların ötesine, doğuda Urmiya gölüne, batıda da Fırat a kadar ulaşmışlardı. Tuşpa (Toprak kale) kenti başkentidir. Toprak kale kayalardan oluşmuş doğal bir muhkem mevki üzerinde kurulmuştu. Kente kayalara oyulan bir geçitten geçilerek giriliyordu. Urartu krallığının yer aldığı dağlık bölgeye Urartu adını, Urartuların güney sınırındaki güçlü komşuları olan Asurlular vermişlerdi.

Bu ad, daha sonra, İbranicede Ararat şeklini almış ve daha önce de bahsettiğimiz gibi batılıların Ağrı Dağı için kullandıkları Ararat adı buradan gelmiştir. Ne var ki Ağrı Dağı Urartu sınırları içinde kalan gizemli mahiyetteki tek dağ değildi. Urartu sanatı oldukça ilerlemişti. Özellikle madencilik, kuyumculuk ve oymacılık alanlarında başarılı eserler bıraktılar. Bunlarda daha çok inançları doğrultusunda ki tanrılarını temel almışlardır

ERZURUMDAKİ ANTİK ASTRONOT HEYKELCİĞİ

1973 yılında Erzurum’un İspir kazasında yapılan arkeolojik kazılarda oldukça küçük boyutlarda, ilginç bir heykelcik bulundu.

Bu heykelcik bir çok kişi tarafından bir astronota benzetildi. Gerçekten de özellikle arkasındaki çıkıntı uzaya çıkan günümüz astronotlarının sırt çantalarını çağrıştırıyordu.Yaklaşık 3000 yıllık olduğu ve pişmiş topraktan yapıldığı anlaşılan heykelciğin Urartulara ait olduğu sanılıyor.Yörede yaşayan yerli halk ise binlerce yıl önce göklerden yabancıların geldiğine ilişkin kuvvetli bir inanç taşıyorlar. Heykelciğin de bu yabancılar örnek alınarak yapıldığı öne sürülüyor.

Buna benzer bir inanca Orta Anadolu’da Kapadokya yöresinde yaşayan halkta da rastlanıyor. Onlar da yer altı şehirlerinin uzaydan gelen yabancılar tarafından inşa edildiğini söylüyorlar.

NEMRUT DAĞI VE GİZEMLİ YILDIZ HARİTASI

Beşeri tarih boyunca, pek çok uygarlıkların merkezini teşkil etmiş bulunan Anadolu, halen buralara ait bazıları kısman ortaya çıkarılmış, fakat çoğunluğu hiç keşfedilmemiş bulunan arkeolojik, teknik ve kültürel değerleri bağrında gizlemektedir. Beşeri nefsaniyetlerin fırtınaları dağıldıkça, bunlar birer birer ortaya çıkarılacaktır. Bu bakımdan çok önemli kadim bilgileri ve kayıtları ihtiva eden Nemrut Dağı, zamanı geldiğinde bütün gizlerini ortaya çıkaracaktır.

Ağrı Dağı ile Cudi Dağı, Türkiye’nin bir gizem perdesiyle örtülü olan yegâne dağları değildir. Nemrut Dağı bizleri bir diğer muamma karşısından hayretler içinde bırakır: Nemrut Dağının zirvesinde, Greko-Pers tanrılar ile bir Tanrıçayı kapsayan bir açık hava panteonunun çevrelediği, taş bloklardan yapılma, piramit biçimindeki bir höyüğün oluşturduğu bir Mabet yükselmektedir.

Nemrut Dağı, İ.Ö.1.yüzyıl ile İ.S.1.yüzyıl arasında, Commagene Krallığının sınırları içinde yer alıyordu. Commagene Krallığı, Antitoroslar ile Fırat arasındaki bereketli toprakları kapsıyordu. Batıda Kilikya’ya, kuzey sınırında ise Kapadokya’ya kadar uzanıyordu. Başkenti bugün Adıyaman’ın Samsat ilçesi olarak bildiğimiz Samosata’ydı. Commagene, İ.Ö.80 yıllarına kadar Selecuid Krallığına bağlı bir bölgeyken, Selecuid sülalesinin iç savaşları sırasında, Commagene valisi 1.Mithradates Kallinikos tarafından bağımsız bir krallık haline getirilmiştir. Daha sonra 1.Mithradates Kallinikos’un oğlu 1.Antiochos Epiphanes’in hükümranlığı(İ.Ö.61–62) sırasında krallık gelişmiştir. Tam bir yüzyıl sonra İ.S.72 de, Roma İmparatoru Vespasian, Commagene bölgesini Roma’ya bağlamış ve Roma’nın Suriye eyaletine katmıştı.

1.Antiochos’un döneminde, Commagene Krallığı, güçlü komşuları olan, batıdaki Roma İmparatorluğu ile doğudaki Part Devletlerinin dikkatini çekti. Bu krallığın maddi zenginliğinden ya da askeri gücünden değil de, Commagene sınırları dâhilinde ortaya çıkan gizemli ve etkili bir unsurdan kaynaklanıyordu. Sadece süper-güç niteliğindeki komşularının işgalci arzularına karşı, 1.Antiochos için koruyucu bir kalkan oluşturmakla ve ölümünden sonra da bu ufacık krallığın o patırtılı dönemde yüzyıl gibi uzun bir süre boyunca ayakta kalmasını sağlamakla kalmayıp, üstelik doğrudan Roma Âlemini etkilemiş olan bu unsur acaba neydi? Bu sorunun cevabı, Commagene’nin Kutsal Dağı olan Nemrut Dağında saklıydı.

150 m. Yüksekliğindeki Nemrut Dağı, Adıyaman yakınlarındaki Eski Kâhta köyü civarında, Antitoroslar’ın bir parçasını oluşturan Ankar Dağları üzerinde yer alır. Nemrut’un tepesine tırmanmak bütün bir günü alır. Çünkü Nemrut’un katırları dahi tökezletebilecek ve binicilerinin sakatlanmasına yol açabilecek türden bir arazisi vardır. Bu tırmanışın sonunda aniden ortaya çıkan zirve, insan elinden çıkmış olan tepe noktası ve yığma taştan yapılmış olan bir höyüğün eteklerinde duran heybetli heykelleriyle insanı şaşırtır.

Nemrut’ta bulunan yazıları etüt eden arkeologlar, bu Mabedi Nemrud’un tepesinde tesis eden kişinin, 1.Antiochos olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu yazılara göre, 1.Antiochos, baba tarafından kadim İran Kralı Darius’un (İ.Ö.550–485) soyundan ve anne tarafından da, Makedonya Kralı Büyük İskender’in(İ.Ö.356–323) soyundan gelmişti. Dolayısıyla, 1. Antichos, Kadim İran ve Grek kökenli kültürel unsurları Anadolu potasında harmanlayan bir melez kültür tesis ediyordu. 1.Antiochos’un hükümranlığını böyle bir Greko-Pers temele dayandırmakla ne gibi bir amaç güdebileceğini az sonra göreceğiz.

Bir yandan Connetticut’taki Doğu Araştırmaları Amerikan Okulu’ndan Bn. Theresa Goell, öte yandan, Almanya’daki Münster Üniversitesinden Prof. Friedrich Karl Dörner, Commagene kalıntıları üzerinde düzenli araştırmalar yürütmüş olan iki arkeologdur.

Bn. Goell,1953 ile 1960’ların ikinci yarısı arasında, Nemrut Dağından bir dizi inceleme ve kazı yapmıştır. Bu arkeolojik çalışmalar sırasında, araştırma ekibi, son derece ağır ve amansız şartlar altında çalışmak zorunda kalıyor, sağlıklarını ve hatta hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. Zirveye tırmanışın hiç ara verilmeden tamamlanması gerekiyordu; çıkış sırasında sığınacak hiçbir yer yoktu. Tepede sıcaklık gündüzleri 50 dereceden fazla, geceleri ise 1 dereceden azdı. Sık sık rastlanılan yağmur ve dolu sağanakları, ayılar ve yaban kedileri de ayrı birer tehlike teşkil ediyordu. Her halükarda, çalışmaya koyularak, tepeyi kırıntılardan temizlemeye çabaladılar. Bu iş tahta kızaklar kullanıyorlardı. Temizleme faaliyetlerinden sonra, kalıntıları bir araya getirerek, etüt ettiler. Dev heykellerin yere düşmüş olan başlarını yerde bırakmak zorunda kalmışlar, sadece orijinal sıralarına göre bir düzene sokmakla yetinmişlerdi. Sıra höyüğe geldiğinde, çalışmalarını durdurdular: bütün yapabildikleri, höyüğün altındaki kaya tabakasına ulaşacak şekilde hendekler kazmak olmuştu. Sanki buranın doğal bekçiliğini yapan dağın yanı sıra, höyük de kendi kendisinin bekçisi gibiydi.

50 metre yüksekliğindeki ve 150 metre çapındaki bu büyük, batı, kuzey ve doğu yönlerinde yer alan ve kayadan oyularak yapılmış olan, kademeli üç teras ile çevrilidir. Çok garip bir yapısı olan bu höyük, Mısır Piramitlerine benzer ama gene de bir piramit değildir. Koni biçimindeki bu höyük, yumruk büyüklüğündeki taş blokların üst üste yığılmasıyla inşa edilmiştir. Görünüşe göre tabanında bir temel olmaksızın, yaklaşık iki bin yıldır birçok depreme, donma ve erime fenomenine göğüs germiştir. Bu dahi başlı başına bir olaydır. Ne var ki, bu höyüğün insanı en çok hayrete düşüren yanı, sırrını korumada gösterdiği eşsiz yetenektir: taş yığın o şekilde yığılmıştır ki, hiç kimse, bu taş öbeğinin içine girip, altında saklı olan her ne ise, onu bulamaz. Höyüğe zorla girmeye kalkışıldığı anda, bir grup taş yerinden oynayacak, aşağı yuvarlanacak ve girmeye çalışan kişiyi ezecektir. Taşların aşağı yuvarlanmasını önlemek imkânsız olacaktır; hiçbir duvar, çit ya da başka herhangi bir destek, taşların muazzam ağırlığına dayanamayacaktır. Dahası sırrın bu yığının neresinde yattığını bilemeyeceğimizden, çabaların sürekli olarak boşa çıkması da söz konusudur. Sır bu yığma taştan höyüğün içindeki herhangi bir yerde yerleşik olabileceği gibi, taş yığınının dibinde ve hatta yığının altında, zemindeki kaya tabakasına oyulmuş olan bir odacığa yerleştirilmiş bir halde bulunabilir. Böyle olduğunu varsaysak dahi, söz konusu oyuğa ulaşmak için, dağın zirvesini oluşturan kayalık tepede bir tünel açmak gerekecektir ki, bu da imkânsız bir iş gibi görünmektedir.

Arkeologlar da anlamışlardır ki, Nemrut Dağı höyüğüne ne yukarıdan nüfuz edilebilmekte ne de aşağıdan girilebilmektedir. Nemrut Dağının sırrını açığa çıkarmak için geriye tek bir yol kalmaktadır; bu da, yığını oluşturan taşları teker teker yerinden almaktır! Böyleyken işlemin nasıl gerçekleştirileceği sorusuna cevap vermek pek kolay olmasa gerek. Aşikâr olan iki sorun vardır: muhtemel bir taş kaymasını önlemek için, işlemin, yığının tepesinden başlaması gerekir. Ve taşlar yerinden alındıktan sonra, tepede yığacak yer olmadığından, dağdan aşağı yuvarlanmaları gerekecektir. Belki de, taşları oradan kaldırmanın tek yolu, höyüğün üzerinde havada asılı durabilen bir araç kullanmaktır!

Bazı arkeologlar, elektrikli ya da manyetik cihazlar kullanmak suretiyle, yığında sondaj yapmayı teklif etmişlerdir. Elektrikle sondaj metodunda, toprağa, aralarından bir akım geçirilen iki elektrot sokulur. Yere gömülü herhangi bir gizli yapının bulunduğu yerde, akım, daha yüksek bir dirençle karşılaşacaktır. Bir potansiyometrenin, araştırılan bölge dâhilinde tespit ettiği direnç miktarları grafiğe dönüştürülür ve böylece, gömülü olan herhangi bir yapının şekli çizilebilir.

Höyük içinde gömülü duran objeler de, manyetik entansite değişimlerini ince olarak ölçen bir proton manyetometresi kullanılarak tespit edilebilir. Herhangi bir metal eşya ya da pişirilmiş topraktan çanak, çömlek, manyetik alanda değişimler meydana getirecektir. Böylece insan eliyle yapılmış olan her ne varsa, bu tür eşyaların kendi manyetik alanları olduğundan, bu metotla keşfedilebilir.

Ancak bu tür cihazlardan yararlanmak istediğimiz takdirde, göz önünde bulundurmamız gereken bir husus vardır. Gize’deki Büyük Piramitle ilgili olarak yürütülen araştırmalardan biliyoruz ki, piramit biçimindeki yapılar, mahiyeti bilinmeyen ve bu tür sondaj çalışmalarını etkisiz kılan enerji desenleri oluşturmaktadır.

Anlaşıldığına göre, 1. Antiochos, sadece zamanındaki talancılara karşı değil, geleceğinin teknik donanımlı davetsiz misafirleri olan arkeologlar ve bilimsel araştırmacılara karşıda tedbir almıştı. Bu, Gize’deki mevcut olan benzer durumu akla getirmektedir. Sadece Büyük Piramit değil, Sfenks de, sırlarını modern araştırmacılara açmazlar. Şunu unutmamalıyız ki, Sfenks’in taban kısmını örten kumlar bir tarihte kaldırılmış olmasına rağmen bugün yeniden oluşan aynı kum örtüsü, Sfenks’in tabanına ulaşma çabalarını önleyerek, Sfenks’in bazı tradisyonlar ile kehanetlere göre, Altın Çağın başlangıcından ortaya çıkarılacak olan sırrını korumaktadır. Nemrut Dağının sırrı da, acaba, Gize sırlarının açığa çıkışıyla aynı zamanda gün ışığına çıkarak, Yeni Çağın açılışını beşeriyete bildirmek üzere mi beklemektedir?

Nemrut Dağı sırrını çok iyi korusa dahi ve o, bu sırrı açıklamak için hazır olmadıkça, bunu zorlayarak açığa çıkarmamız imkânsız dahi olsa, Nemrut Dağı Mabedinin bir bütün olarak işlevinin ne olduğunu bulabilecek kadar bilgiye sahibiz. Bunu yapabilmek için önce mabedin görüntüsünü tamamlayalım:

Tepeye, güneybatı yamacına tırmanan ve üç farklı seviyede olmak üzere höyüğün çevresinde yerleşik olan teraslardan en aşağıdakine, yani batı terasına ulaşan ’tören yolu’ izlenerek çıkılır. Batı terasından da, batıdan dolanan dar geçiş izlenerek kuzey terasına ulaşılır. Kuzey terası, batı terasını, höyüğün kuzeydoğusunda yer alan doğu terası ile irtibatlandırır. Kuzeydoğu yamacından tırmanan bir başka yol olan propylae hoolos’un ulaştığı doğu terası, batı terasının tam karşısına rastlar ve böylece bir eksen oluşturur.

İşte hem doğu hem de batı teraslarında bulunan objeler, Mabed’in öteki ilginç yanını oluştururlar: bunlar Greko-Pers tanrıları ile bir Tanrıçanın oturmuş haldeki dev figürleri ve devasa aslan ve kartal heykelleridir. Arkaları höyüğe dönük olan bu dev heykellerin sayısı 25’i bulur. Kaideleri üzerinde yaklaşık 10 m.ye erişirler. Zamanla, depremlerden ve iklim koşullarından ötürü, tüm heykellerin kafaları yere düşmüştür. Geriye, başı terinde olan sadece bir tek heykel kalmıştı ki, o da Bereket Tanrıçası Fortuna’yı temsil ediyordu. Ne yazık ki 1964 de bu heykele de bir yıldırım çarpınca, düşük başlar galerisi tamamlanmış oldu.

Bu iki metreye ulaşan etkileyici, yekpare taştan başlar arasında, Zeus-Ahura Mazda’yı, Apollo-Mithras’ı, Hreagles-Artagnes’i, Fortuna’yı ve 1. Antiochos’un kendisini temsil eden örnekleri görüyoruz. Bunların arasında görülen aslan ve kartal başları için, Daniken,’Kanıtlara Göre’ adlı kitabında, “kartallar ve aslanlar, güzel bir taş işçiliği ile ikişer kez temsil edilmişlerdir. Dağın daha aşağılarında, bir kayaya bir öküz resmi oyulmuştur”diyor.

Daha sonra da bu hayvanlara, yani aslan, kartal ve boğaya Eski Ahit’in Ezekiel 1/10. bölümünde, Ezekiel Peygamberin bu hayvanların yüzleri ile bir beşer yüzünü gördüğünden bahsettiği yerde rastlamış olduğunu söylüyor. Ne var ki, bu hayvanlar, Ezekiele özgü değildirler; diğer birçok kaynakta da ortaya çıkarlar. Örneğin, Yuhanna, onlarda, İncil’in vahiy 4/7 bölümünde bahseder.

Aslında, bu hayvanlar, Nemrut Dağı’nın yakınındaki bir başka yerde de ortaya çıkarlar. Nemrut Dağı eteklerinde kurulmuş olan Commagene kenti Arsameia’nın 10 km. kadar güneybatısında, bir başka höyük daha vardır. Karakuş Tepesi denilen bu höyüğün güney yanından, her birinin tepesinde bir hayvan heykeli bulunan üç sütun yer alır. Ve temsil edilen hayvanlar, gene, boğa, aslan ve kartaldır! Üstelik bu üç sütun, üzerlerindeki heykellerle birlikte, Nemrut Dağı’nın tepesinden de görünmektedirler

C.G. Jung’un kitaplarında bu hayvanların anlamının açıkça ifade edildiği bir bölüm vardır: “…Alşimideki Güneş ejder, aslan ve kartaldan hünsa’ya dönüşümün çeşitli etaplarından geçer. Mithraik kartallar, aslanlar ve güneş habercileri, inisiyasyon derecelerini nasıl belirtiyorsa, bu etapların her biri de, yeni bir anlayış, bilgelik ve inisiyasyon derecesini temsil eder..”

Peki Mme. Blavatsky’nin Kutsal Hayvanlar dediği, Mithraik inisiyasyonla ilgili bu hayvanların heykellerine Nemrut Dağı’nda neden rastlıyoruz acaba? Çünkü bu kutsal dağ, Mithraik Misterlerin canlandırıldığı bir inisiyasyon mahli olmalıydı. Dolayısıyla, Nemrut Dağı Mabedi’nin timi, Kadim Mısır Misterlerinin sahneye konduğu, inisiyasyon adaylarının belirli inisiyasyon kademelerinden geçerek bu Misterlere inisiye oldukları Büyük Piramitle aynı işlevi görüyordu.

Mithras kimdi ve Mithraik Misterler neydi? Mme. Blavatsky’e göre, adı günümüz Farsçasında ‘güneş’ve ‘sevgi’ anlamına gelen ‘ Mihr’ kelimesiyle ilgili olan Mithras Bordj adındaki bir dağın oğluydu. Tradisyonlar, Mithras’ın, bu dağdan parlak bir ışın halinde neşrolduğunu anlatırlar: Mithras, “ Bilgelik Güneşinin daimi yoldaşıydı.” Kısacası Üstad Djwhal Khul’un belirttiği üzre, Mithras İdarece Mekanizmanın Boğa Burcu Çağ’ında beşeriyete gönderdiği Dünya Öğretmeni’ydi.

“Celsus… Yedi kapısı olan ve tepesinde, daima kapalı duran sekizinci kapının yer aldığı bir yaratılış merdiveninden bahseder. Kadim İran’daki Mithras’ın misterleri böle açıklanır…”

“… Celsus, Kadim İranlılar arasında ve Mithraik misterlerde rastlanan, yedi kapı ile tepede yer alan sekizinci bir kapısı daha olan bir merdivene ilişkin bir fikirden söz eder. Birinci kapı, Satürn’ü temsil ediyordu ve kurşunla ilgiliydi ve diğer kapılar da belirli bir planet ile madene tekabül ederek böylece devam ediyordu. Yedinci kapı altındı ve güneşi belirliyordu. Ayrıca, her birine ait renklerden de bahsedilir. Bir merdiven, canın geçişini, animae transitus’u temsil eder. Sekizinci kapı sabit yıldızların seviyesine tekabül eder.”

İnisiyasyon adayı için, Celsus’un anlattığı bu kapılar, Mithraik inisiyasyon derecelerini belirlemekteydi. Bu yedili inisiyasyon, iki grup halinde düzenlenmişti. Hizmetkârlar denilen alt grup, sembolik adlarıyla şu derecelerden oluşuyordu:

Karga – Griffin ya da Damat – Asker ya da Savaşçı

İştirakçiler denilen üst grup, sembolik adlar taşıyan şu kademeleri kapsıyordu:

Aslan – İranlı – Güneş’in Elçisi ya da Güneş Kahramanı – Kartal

İşte iştirakçilerin dört kademesinin Kutsal Hayvanlarla temsil edildiğini açıkça görebiliriz. Ezekiel ile Yuhanna’nın Kutsal Havanlardan bahsetmelerinin sebebi de budur.

Asli Misterlere katılanlar ise, aynı olayları, astral âlemdeki gerçek hadiseler şeklinde izleyebilirlerdi. Mme. Blavatsky’nin de belirttiği gibi, 2000 yıl önce Nemrut Dağında sahneye konan Mithraik Misterlerin kökeni, aslında çok uzak bir geçmişe dayanıyordu ve bu husus, tüm Kadim Misterler için geçerlidir. Mithraik Misterler, temsil edildiklerinde, beşeri ırkların evrimi, Güneş Sistemi’nin yedi kutsal planeti, beşeriyetin evrim yolu, değişik hayat planları, vb. konular hakkında bilgi veriyorlardı. Ve ilgili tüm ayinler, “yedi kapısı ve üzerinde, daima kapalı duran bir de sekizinci kapısı olan bir merdiven”in üzerinde yapılırdı.
Tepede daima kapalı olan bir kapı vardır: işte bu husus, Nemrut Dağı höyüğünün muammasını yarı yarıya çözmektedir. Çünkü söz konusu’ daima kapalı duran kapı’ bu Mithraik inisiyasyon mahallinin tam tepesinde tesis edilen ve içine girilemeyen konik taş yığınından başka neyi belirleyebilir ki!

Nemrut Dağında, dünyanın her yanındaki astrologlarca özenle üzerine eğilinmesi gereken bir obje vardır. Bu, batı terasında duran ve bugün bilinen en eski zayiçe, astrolojik çizelge olduğu söylenen bir aslan kabartmasıdır. Bu kabarma, astronomik semboller taşır üzerindeki aslanın boyu 2,40m. Yüksekliği de 1,75 m. dir aslanın bedenide işlenmiş olan ve Aslan Burcunu temsil eden 19 adet sekiz-ışınlı yıldız vardır. Aslanın üzerinde görülen üç tane 16-ışınlı şekil ise, Jüpiter, Merkür ve Merih gezegenlerini göstermektedir. Ayrıca, ay da, aslanın yelesinden sarkan bir hilal ile resmedilmiştir.

Amerika’daki Brown Üniversitesinden Prof.Otto Puchstein, bu kabartmanın üzerindeki yazıtları inceleyen ve buna uygun olarak zayiçeyi okuyan ilk kişi olmuştur. Prof. Puchstein’e göre 1.Antiochos, Aslan Burcundandı ve temsil edilen planetler, Aslan Burcunda kavuşum halindeydiler. O çağda böyle bir kavuşuma tekabül eden tarih, İ.Ö.61 ya da 62 yıllarında 7 Temmuz günüydü. Bu, 1. Antiochos’un, Commagene Krallığının tahtına geçtiği tarihti.

Aslında, Mithraik Misterlerin Kutsal Hayvanları da astrolojik bir anlam taşırlar. Mme.Blavatsky’e göre, Kutsal Hayvanlar, “fiziki ve maddi açıdan,büyük güneş tanrısının, sözgelimi maiyetini ya da kortejini oluşturan dört takımyıldızına tekabül ederler, ve kış gündönümü sırasında, Burçlar Kuşağının dört ana yöne bakan bölümlerini işgal ederler.” burçlar Kuşağının bu takım yıldızları, Aslan Burcu; Boğa Burcu; Kova Burcu yani Melek-İnsan; ve Akrep Burcu yani Kartaldır.

Colin Wilson, Mithras’tan , “… Hz. İsa ile birçok ortak yanı olan ve daha sonraki yüzyıllarda, kültü, Romada neredeyse, Hıristiyanlığın yerini alan bir Kurtarıcı olarak bahseder.”

1.Antiochos’un son derece önemli ve etkili bir tarihi şahsiyet olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bir inisiyasyon merkezi tesis etmek ve zamanının en önde gelen askeri gücünü temsil eden bir İmparatorlukta belirli bir kültürü yaymak. Ve böylece, yüzyıllar boyunca Batıyı etkilemek gibi devasa bir işin altından başarıyla çıkmasının sadece tek bir açıklaması olabilir:

1.Antiochos, bir İlahi Kraldı; Tanrıların, yani beşeri ırkın evrimini sevk ve idare eden Yüce Güçlerin, onlar adına bir İlahi Misyonu yürüten bir Elçisiydi. Mme. Blavatsky, “göksel mekânlarından inen ve Dünyada hükmeden Tanrılar, beşeriyete, Astronomiyi, Mimarlığı ve bize kadar gelmiş olan diğer bütün bilimleri öğretmişlerdir. Bu Varlıklar, önce Tanrılar ve Yaratıcılar olarak ortaya çıkarlar; sonra, gelişmeye başlayan beşerle karışıp birleşirler ve en nihayet İlahi Krallar ve Yöneticiler olarak zuhur ederler. Ne var ki, bu gerçek giderek unutulmuştur.”

Diğer birçok İlahi Kral gibi 1.Antiochos da, bize, İlahi vazifesi ile ilgili olarak Yüce Güçlerle yaptığı akde dair kanıtlar bırakmıştır: Bunlar, hem batı hem de doğu teraslarında yer alan kabartmalardan oluşur. Batı terasında duran ve gayet iyi korunmuş olan kabartmalar 1. Antiochos’u bazı İlahlarla el sıkışırken göstermektedir: Antiochos ve Mithras Apollo; Antiochos ve Ahura Mazda-Zeus; Antiochos ve Artagnes-Heracles gibi.

Geriye dönüp de. Nemrut Dağının yapay uç noktası olan höyüğün gizemini düşündüğümüzde, Antiochos’un Misyonunu yöneten İlahi Güçlerin, Mabedin gerçek kurucuları olup olmadığına dair bir soru gelmektedir aklımıza. Bu sorunun cevabı muhakkak ki olumludur: Rudolf Steiner, …Mithras kültürü… Dünyaya, oluşturulduğu yer olan göklerden getirilmiştir, diye yazar. Aksi halde, aşağıda ifade edilen türden sorular, ortaya çıkmaz ve Nemrut Dağı Mabedini kökenini bir muamma haline getiremezlerdi:

Taşlık bir arazi boyunca dik ve zorlu bir tırmanışın ve çok sınırlı bir çalışma sahasının söz konusu olduğu Nemrut Dağının tepesinden o dev heykeller nasıl yapılmış ve höyüğün taşları nasıl yığılmışı? Özelikle, içine girmek için bir atılımda dahi bulunamadığımız böyle bir höyüğün taşlarını yığmada kullanılan metot gerçek bir muamma oluşturmaktadır. Sanki taşlar höyüğün tabanından doruğuna kadar teker teker yerleştirilerek değil de, daha ziyade, uçan bir araç vasıtasıyla yukarıdan boşaltılmak suretiyle yığılmış gibidir. Nemrutun zirvesi, nasıl oluyor da düzlenmiş bir plato şeklinde ortaya çıkıyor? Dağlar ısmarlama tepelerle son bulmazlar; tabi, dorukları kasten o şekilde biçimlendirilmemişseler.

Araştırmacı yazar Adrian Gilbert, www.adriangilbert.co.uk adlı internet sitesinde Nemrut Dağı’nın gizemini çözmeye çalışıyor ve dağın bir zamanlar dünyadışı varlıklar tarafından üs olarak kullanıldığı ve tünellerin dünyadışı ziyaretçiler tarafından açıldığı iddiasında bulunuyor.

Bu soruların doğru cevapları ancak Nemrut Dağının inşaatçıları olan Yüce İlahi Güçler istediği zaman verilebilir ve höyük de ancak o vakit açılabilir, daha önce değil. Dünya uzayda yer alırken herhangi bir kozmik olay meydana geldiğinde, üzerinde yol aldığı spiralin hangi noktasında bu olay meydana gelmişse o noktada bu olayın bir kaydı, belirli bir form halinde, Dünyaya bırakılır. Bir gün, Dünyaya spiralin hangi noktasındayken ne gibi işaretler bırakıldığı öğrenildiğinde, bu işaretlerin o noktalarda hangi kozmik olayı belirlediği de açığa çıkacaktır. Dünya, bu kozmosun bir Laboratuarı olduğundan, kozmosun tüm önemli olayları bu laboratuarda kayda geçirilir ve gene, dünya laboratuarında alınan maddi ve manevi sonuçlar kozmosun her yanında uygulanırlar. Aynen yeni bulunan bir ilacın dünyanın her yanında kullanılması gibi.

DÜNYANIN EN ESKİ OTOMOBİL OYUNCAĞI
Mardin’in Kızıltepe İlçesi’nde iki ay önce höyüklerde yüzey taraması yapan arkeologlar, pişmiş çamurdan yapılmış oyuncak araba buldu. Arkeologların yaptığı çalışma sonunda oyuncak arabanın 7500 yıl öncesine ait olduğu ortaya çıktı.

Dünyanın ilk oyuncakları hakkında bilgi veren Mardin Müzesi Müdürü Arkeolog Nihat Erdoğan, dünyanın ilk oyuncağı konusundaki tarihin yeniden yazılması gerektiğini söyledi. Daha önce dünyanın ilk oyuncağının Mısır’da olduğunu hatırlatan Erdoğan, Her ne kadar insanlık tarihinin en eski oyuncağının çamurdan yapılmış toplar ya da kartopu olduğunu iddia eden araştırmacılar olsa da; oyuncak alanında araştırma yapan arkeolog, sosyolog ve tarihçilerin elde ettiği bilgilere göre, tarihin en eski oyuncağının M.Ö.5’nci yüzyılda Mısır’da yapılan tahta atlar olduğu sanılıyordu.

Son zamanlara kadar müzelerde yer alan verilere göre en eski oyuncak İskoçya’da bulunmuş 4 bin yıldan daha eski taştan yapılmış toplar olarak kayıtlara geçmişti. Oysa dünyanın günümüze ulaşan en eski oyuncağı bir ay önce Kızıltepe İlçesi’nde bir höyükte yapılan kazılarda bulundu. 7500 yıllık oyuncak arabanın Kalkolitik Döneme ait olduğunu tespit ettik. Bu tarihi oyuncak yapılan analizlerden sonra takriben M.Ö. 5500-3000’li yıllara ait.

Dünyanın en eski oyuncak arabası olma unvanını taşıyan bu arkeolojik bulgu aynı zamanda dünyanın en eski oyuncağı unvanına da sahip oldu dedi. Aerodinamik yapısı ile günümüz otomobillerini aratmayan bu oyuncak acaba nerden ve nasıl ilham alınarak yapılmıştı? Acaba geçmişin bilip kullandıklarını biz 20. yüzyılı insanı olarak yeniden mi keşfediyoruz. Bu bilgi onlara nereden ve nasıl gelmişti?

Volkan Burnaz

By admin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir